Whatsapp Görsel 2025 11 20 Saat 14.01.49 26E4444A

DÖŞ CEBİ

Mehmet Yaşar

Türk İslam Efsaneleri: Bir Büyülü Dünya ki…

Mustafa Necati Sepetçioğlu, Türk edebiyatının tarihî roman türündeki en önemli yazarlarından biri olarak geçmişle bugünü buluşturan, bir kimliğin/hüviyetin, şahsiyetin, şuurun inşasına emek veren çok özel eserler ortaya koymuştur. Kilit-Anahtar-Kapı… diye devam eden 12 kitaplık Dünki Türkiye Dizisi, her evde olması gereken kült eserlerdendir. Bugün Sepetçioğlu’nun en çok okunan eserleri bu diziyi oluşturan kitaplardır. “ve Çanakkale” (Geldiler, Gördüler, Döndüler) üçlemesi de yakın tarihe dair kaleme aldığı yine en önemli eserlerindendir. Yunus Emre’den İmam-ı Azam’a, Hoca Ahmed Yesevî’ye tarihe mâl olmuş şahsiyetlerle ilgili yazdıklarından Bugünki Türkiye Dizisine, Kültür Dizisine kadar pek çok eser arasında bir eser var ki bendenizin nezdinde arada kaybolmuş gibi, çok dikkat çekmemiş gibi görünen ama yine herkesin muhakkak okuması gerektiğini düşündüğüm; ilk baskısının yapıldığı 1967 yılında “Türk İslam Efsaneleri” ismiyle, 1990-2004 yılları arasında yapılan baskılarda “Bir Büyülü Dünya ki” ismiyle, 2004 sonrasında ise tekrar ilk baskıdaki ismiyle neşredilen eserdir.

“Türk İslam Efsaneleri” ya da diğer bir adıyla “Bir Büyülü Dünya ki”, Sepetçioğlu’nun edebî gücünden ziyade tarihe nerden ve nasıl baktığını, hangi şuurla baktığını yansıtan çok kıymetli bir eserdir ve Türk edebiyatında özel bir yere sahiptir.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun eserlerine aşina olanlar bilir; onun kitaplarını okumak çoğu zaman geçmişe doğru açılan bir pencerenin önünde durmak gibidir. Türk İslâm Efsaneleri de işte o pencerelerden biri… Hem tanıdık hem de yarı sisli bir dünyaya davet eden, insanın içini hem dinginleştiren hem de merak uyandıran menkıbelerle dolu bir kitap. Bu kitapta O’nun amacı, genç kuşaklara sadece eski hikâyeler anlatmak değildir; bu hikâyelerin arkasında yatan niyet, milletin köklerinin ve değerlerinin hatırlatılması, yaşatılmasıdır.

Aslında efsane dediğimiz şey, her milletin hafızasında yüzyıllardır sakladığı bir anlam deposudur. Sepetçioğlu da bu anlam deposunun kapağını aralarken, tozlu raflardan çıkardığı hikâyeleri bugünün insanına yeniden anlatmak istiyor.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Büyülü Dünya”sı, ilk bakışta sadece efsanelerin derlendiği bir kitap gibi görünse de aslında çok daha derin bir anlam taşır. Sepetçioğlu, bu anlatıların arka planında yatan ruhu, yani milletin hafızasını okura hatırlatmak ister. Onun için efsaneler, geçmişin tozlu raflarına sıkışmış hikâyeler değil; bugünü ve yarını anlamamıza yardımcı olan canlı birer mirastır.

Eserde sık sık dervişler, abdallar, erenler çıkar karşımıza. Bu kişiler ya da menkıbeler, mucizevî taraflarıyla değil, taşıdıkları değerlerle yol göstersinler diye anlatılır. Onların yaşadıkları, bir toplumun ahlakî pusulasını oluşturur: sabrı, iyiliği, adaleti, fedakârlığı hatırlatır. Yazarın asıl niyeti de tam burada gizlidir; efsaneleri yeniden anlatarak yeni kuşaklara bir tür ruh tazeliği kazandırmak.

Sepetçioğlu’nun topladığı ve aktardığı menkıbeler, özellikle Anadolu coğrafyasında, Türklük ve İslamlığın harmanlandığı bir dünya sunar bize. Bu hikâyelerde Horasan’dan Balkanlara, gönül coğrafyamızda yaşamış velilere uzanan geniş bir mekân ve şahıs yelpazesi vardır. Onun hayalinde, Anadolu salt fizikî bir vatan değil; ruhen inşa edilen, mana kazanan kadim bir yerdir.

Onun dil sevgisi ise bu eserleri oluşturan önemli bir unsurdur. Türkçeyi bir emanet gibi görür; bu dilin taşıdığı hafızanın korunmasını ister. Ona göre milletin kökleri dilde gizlidir, bu yüzden her hikâye aynı zamanda bir kültür inşasıdır.

Kısacası, Sepetçioğlu’nun “Büyülü Dünya”sı sadece geçmişi anlatmaz; geleceğe bir yön çizer. Efsaneler aracılığıyla bizi hem kendimizle buluşturur hem de büyük bir idealin kapısını aralar. Bugün bu metinleri okuduğumuzda, aslında farkında olmadan büyük bir rüyaya ortak oluruz.

Mustafa Işık

‘Bizim Yunus’ Aynasından Bakmak

-Sorun bakalım, buğday mı ister, himmet mi?

Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe anlatılan Yunus Emre, tasavvuf edebiyatı sahasında nevi şahsına münhasır büyüğümüzdür. ‘’Yunus’’ adının, kültürümüzü tanıyıp seven herkes için mutlaka karşılığı vardır. Şiirlerinde, her devrin okuyucusu / dinleyicisi kendini etkileyecek husus bulmuştur ve bulmaya devam edecektir. Onu çağlar üstü kılan özelliğinin membaı Türkçenin ak sütü olan şiirlerinin gizemindedir.

Günümüz bakışıyla Yunus’u anlamaya gayretimizde eksik kalan hususların başında kendimizi arama arzumuzun ve uğraşımızın yarım kalmışlığı söz konusudur. Yunus’u çağdaşlarından ayıran ve her çağa hitap eden ses haline getiren sırlardan biri de ondaki edebiyat kaygısı ve edep kaygısı arasındaki ince çizgideki duruşudur. Bu hâl günümüz kalemlerinin çoğunun sahip olması gereken ve özenilen/özlenen bir hassasiyettir. Modern edebiyatın imgeci tutkusu, gelenek- görenekten azade çabası, söylemin kuru kalmasına, heyecan ve aşkın söyleyişin derinliğini kaybetmesine, üslûbun akıcılığını yitirmesine neden olmaktadır.

Yunus’ta bu husus tamamına ulaştığında; insanlığı ilâhî aşka, kardeşliğe, merhamet, şefkate davet edişi ve insan olmanın, kendini bilmenin, Hakk’a ulaşma yollarını anlatması her asır muhatabında karşılık bulmuştur. Yunus, inanç ve ilimle beslenen, kendine has üslûbuyla söylemiş olduğu şiirlerinde varlık, bilgi, aşk, ahlâk ve insanla ilgili felsefî görüşler ileri sürmüştür. Onu anlama gayretiyle çıkılan yolculukta heybemizde bu mücevherattan hazineler bulundurmamız lazım ki gönlümüzü mutmain kılabilelim ve o munis, teslim gönle doğru yol almasını sağlayabilelim. Halkın ve Hakkın şairi/yazarı olmayı başardığımız vakit Yunus’u anlama yolunda yolcu olmayı hak etmişiz demektir.

Her zaman okunup anlaşılmasında Türkçeyi güzel kullanmasının büyük rolü vardır. Tasavvuf ağırlıklı, yükte hafif, bahada ağır sözler sarf etmesine rağmen ''Yaratılanı sevdik, yaratandan ötürü.'' dedirten hoşgörüsüyle her asırda her gönle dokunmayı başarabilmiştir. Bilimi, sanata, edebiyatı amaç edinmediği için ve kendisini dünyanın merkezi sanmayıp hakkı dillendiren kalemi ve kelamıyla üstünlük taslamadığı için gönüllere taht kurmuştur. O, milletimizin değerlerini yansıtan büyük bir sanatçıdır. Geçmişteki kültürümüzün izleri görülür sedasında. Yunus' üslubunda fazlasıyla halk zevkine yakınlık ve derin lirizm görülür. Bu nedenle, halkın içinde yüzyıllar boyunca yaşayagelmiştir. Her şeyden önce Yunus, sözün gücünü, kudretini iyi kavramıştır: Yaratılanı severiz...

Vicdan sahibi olmanın önemini, kardeşliği, mütevazı olmayı, Anadolu'yu gezerek insanlara anlatmış, onları iyi şekilde etkilemiş, halkını doğru yola yönlendirerek onlara toplumsal bir hizmette bulunmuştur. Örnek hassasiyetler günümüz şair ve yazarlar için de çokça ihtiyaç duyulan gerçekliklerdir.

Yunus, Anadolu halkında maneviyat duygusunun oluşmasını sağlayan düşüncelerinde genel olarak İslam’ı rehber aldığından, insanlığa bakışı eşittir. Hiçbir insanı birbirinden ayırmaz ve yekdiğerinden üstün görmez. Bundan Yaradan’dan dolayı yaratılanı beklentisiz ve hesapsız sevmektedir. Bizler de bu temel dinamiklerle söz kalelerimizi temellendirmeliyiz. Zamanı geldiğinde bunun ötesine geçerek kal’dan sıyrılıp hâl’dan anlayan esvaba bürünebilmeliyiz. ‘’Sorun bakalım, buğday mı ister, himmet mi?’’ sorusunu kendimize sormuş kabul ederek bu yüce söyleme gönlümüzü muhatap kılacak esenliğe sahip olmalıyız. Yunus Emre’ye ‘’Bizim Yunus’’ aynasından bakıp istifade etmenin gayreti içinde kalmalıyız.

Gün sazak Göktürk

Bilmediklerimizi söylemekten başka ne yapıyoruz bu modern zamanlarda?

Peki bilmediğimiz biz kimiz?

Benlik kaygısını yağlı bir urgan gibi bu dünya denilen idam sehpasında taşımanın onurunu neden yaşamaktayız. Bir kuru benlik kaygısını mı gütmeliydi insan? Sokrates’teki “kendini tanı” cümlesine mi, modern yol gösterici sayılanların “başarı ve iddiasına” mı sahip çıkmalı yoksa ilahi tebliğe muhatap olup eşref’i-mahlûkât mı olmaya mı azmetmeli? Bilmediğimizi yalanlamayı tekrar edip duragelen bu halimizi, yaşamaya bahane kılmayı bırakmamız gerekliliğini, bir düşün ardındaki perdelerden silinen yazgı olmaktan çıkarmamız gerekiyor mu diye düşünmek gerek.

Korkutulan, o yakıtı taşlar ve insanlar olan resmin aksinin yansıması olan cennetin taliplisi olmak için bu modern zamanlara bizi erdiren o yüceliğe boyun eğme kaygısını bir tılsım gibi bir muska gibi ruhumuzun yakasına iliştirip, sessizce kendimize “Bir ben vardır bende, benden içeru” diye fısıldayıp, eşikten eğilerek geçmek gerekiyor. Çağdaş söylemlere, kanıtlara, denklemlere ve aklı yitirircesine akıl arayanlara inat her şeyi reddedip, kalbi ağzında bir güvercin gibi olmak gerek. Topraktan yaratılan bizlerin toprağı bile incitmeden yaşamamız gerekliliğini, üzerinde bol sıfırlı banknotlara değiştiren bizler, aslında gözümüzü toprağın doyuracağı birer ölümlüyüz. Kendi ademiyetini yok sayan ama var olma kaygısıyla, tüm çabasına rağmen kendini hayat denilen denklemin herhangi bir tarafına ekleyemeyen, kendi varlığından bile haberdar olmayan bizler ne zaman gerçeğe uyanacağız, alnımız o dokuzuncu tahtaya çarpıp ölmüş olduğu muzu anlayınca mı?

Üzerine yemin edilen, nefes nefese koşan, ayakları yere bastığında çıngılar çıkaran atlardan indirilip köleliğe talip edilen bizler, bir sele karışmış saman çöpü gibi savrulup giden yine bizleriz. Şan, şeref, onur bahşedilen bizler bu çağda neden inatla yüreğimize şifa diye sürülen eczayı köpürte köpürte yıkama hastalığına tutulmuşuz?

Peki bu ecza nedir? “Muhakkak ki biz insanı en mükemmel biçimde yarattık.” Diyen kuranın ta kendisidir! İnsanın asıl olanın bir nüshası olmasıdır. Aşkın ve güzelliğin asıl sahibinin hiçbir yere sığmayıp insanoğlunun kalbine sığmasıdır.

Furkan Turna

Cumhuriyet Savcılığına

Taylar vardı kalbimde

Kimileri yeni ergen, kısraklar
Çok güzel hayalleri vardı hepsinin
Bozkır yetiştirecek onları
Güneş doyuracak pazularını
Dolgun maaşlı makamları olacaktı belki
Kimi kağan çekecek
Kimi alımlı katunları

Babam saçlarımı kazıtırdı
Ergenken ben
Henüz
Tam da uzamışken
Öfkelendim, aldım elime makası
Yamuk yumuk kestim
Yelelerini, kuyruklarını

Yağmur tokatlardı yüzümü
Sevmem o acı ıslanmaları
Öfkelendim, aldım elime kamçıyı
Kıçlarına, bacaklarına
Vurdum
Vurdum
Hiç acımadım

Ağlamak gelirdi içimden
Olur mu öyle şey,
Ağlar mı erkek adam?
İnanmadım ama ağlayamazdım
Koştum geldim kalbime
Hışımla girdim ahıra
Sıkıştırdım, azarladım, kızdım
Ağlatmadım
Hep eziyet ettim o körpelere
İzin vermedim, ağlatmadım.

Hayalleri vardı
Kasva kıssaları
Burak efsaneleri mırıldanırlardı.
Aşkar olacaktı kimi
Düldül, Kırat: yiğit koşacaklardı
Bukefalos, Marengo belki
Tarihe geçeceklerdi
Müzelerde saklanacaktı kemikleri

Hepsini kırdım, sindirdim
O altın taylar
Suratsız amirler oldu şimdilerde
Utanmıyorum ama
Ben şiir yazamam.

Ufuk Türk

Sidelya

Hatıraları hangi sandığa koysam

Sevda sızar dibinden Sidelya
Sense kuş olup konarsın ulu bir çınar dalına
Kalbim ağrır, güller dererim gözlerinden

Gözlerinden Sidelya, tutuşur dünya

Karanlık basar denizlerin dehlizlerini

Yaşamak isterim dağlar kadar

Sen Sidelya geçerken içimin coğrafyasından

Ne kaldı uğultulu bir sabahtan başka

Ne hüznün rengi kaldı ne kelimelerin gizemi

Yapraklar da soldu sen gidince

Sidelya saçlarından bahar derelim gel

Sokaklarda bir alaca yağmur yağsa

Sidelya tutar kollarımdan götürür beni

Saçları dolanır bileklerime

Çağlardan miras kalan bir tılsım bu

Sidelya fırtınalar kopuyor avuçlarıma

Sana benzeyen bir çiçek beni avutuyor

Umursamaz olduğuma bakma sen

Kalbimin her yerinde adın duruyor.

Sidelya

Masal kitaplarından gelen güzel

Ben şimdi hangi toprağa ölsem de

Karılsam çamuruna

Ali Eşik

Simsiyah Bir gecede İlkbahar

Kendimi gördüm
Bebeğin içinde benek benek
Kurumuş nane yeşili severim
Bebeğin içinde gördüm
Direkler dikildi
Elektrik çekildi bizim köye
Sarı artık ateşten değil
Lambada gördüm kurumuş soğan sarısını
Direkler dikildi
Eve bir kat daha çıktı dedem
Kurumuş kahve rengi değil artık duvarlar
Duman grisiydi
Yürümeye başlayınca gördüm
En çok da siyahı gördüm
Gece oldu
Gördüm
Annemin gözlerinde gördüm
Nenemin zikir tesbihinde
Lisede şiir defterini karalayınca
Karayı da siyah gördüm

Büyüdüm
Artık kuru nane yeşili bana başka şeyler anlattı
Üstüme giydim
Sarılar artık her yerde var
Griler Ankara artık, duvar değil
Siyah ise artık annemin değil sevdiğim kadının gözlerinde
Ben simsiyah bir tebessüme yemyeşil güldüm

Çiçekler renk renk gözlerime sataştı
Ben göğe kuşak bağladım
Maviyi unutmadan
Siyah yine bana bakardı
Siyah nerden baksam bana bakardı
Ben de orman olup yanardım

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]

Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:23
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.