Whatsapp Görsel 2025 12 04 Saat 15.38.29 D093A271

DÖŞ CEBİ

Mehmet YAŞAR

İnsan Yaşadığı Yere Benzer

Yazıya başlık ettiğim cümle Edip Cansever’in o içli, o yaralarımızı aşikar eden, o hemen her mısrâında kendimize dair bir şeyler bulduğumuz, hissettiğimiz meşhur “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinden alıntı. Hatırlayalım:

İnsan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa

Toprağını iten çiçeğe

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine

Konya’nın beyaz Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir

Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları

Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına

Öylesine benzer ki…

İnsan yaşadığı yere benzer… Bu söz; bazen esaslı bir tespit olarak görünür insanın gözüne, bazen bir teselli olur, bazen de bir itiraf... Çünkü insan, farkında olsa da olmasa da yaşadığı yerin kokusunu, ağırlığını, gölgesini taşır üzerinde. Bir şehir, insanı büyütürken belki farkına bile varmadan insan da o şehri büyütür içinde.

Yaşadığı yer, insanı her gün sessizce şekillendirir. Sabahları duyduğu seslerden tut, akşamları yürüdüğü sokakların ıssızlığına ya da kalabalıklığına kadar her şey yavaş yavaş siner içine. Hangi coğrafyanın suyu seni yoğurmuşsa, hangi dağın gölgesinde büyümüşsen, nerenin toprağına düşmüşsen… Sen de biraz orası olursun.

Kim bilir, belki de bu yüzden bir şehrin adı söylendiğinde insanın içinde hafif bir sızı belirir; çünkü o şehir sadece bir mekân değil, insanın kendi gerçeğidir; geçmişidir, geleceğidir.

Ama mesele sadece coğrafya değildir. İnsan, yaşadığı yerin duygusuna da benzer. Bir şehrin ritmine karıştıysa, adımları fark etmeden o ritme uyar; bir kasabanın sessizliğinde büyüdüyse, susmayı bilir mesela, konuşmadan içini dökmeyi. Hatta bazen insanın kalabalıkla ilişkisi bile yaşadığı yere bağlıdır: Büyük şehirlerde konuşmak kadar susmak da zor gelir insana; küçük yerlerde ise tam tersine, herkes seni tanıdığı için susmanın da dili vardır.
Ve insan, ister istemez o dilde konuşur.

Bir de şu var: İnsan, yaşadığı yerden uzaklaştığında daha fazla hisseder nereye benzediğini. Çünkü o zaman fark eder yanında neleri taşıdığını; hangi sözü kimden duymuş olduğunu, hangi davranışı hangi sokaktan aldığını, hangi suskunluğun hangi akşamdan miras kaldığını.
Uzaklaşınca insan, kendi içindeki memleketi daha iyi görür.

Çoğumuz, geç fark ederiz yaşadığımız yere benzediğimizi. Oysa yaşadığımız yer, bize tahmin ettiğimizden çok daha fazla dokunur. Bir pazar yeri dağınıklığında büyüyen biri, hayata biraz öyle bakar; bir dağın eteklerinde yürümüş biri, sabrı başka yerde aramaz; sürekli göç alan ya da göç veren bir şehrin insanı, ayrılıklarla daha erken tanışır. Herkes kendi toprağının işlediği bir iz taşır yüzünde.

Nereden bakarsak bakalım, ne söylersek söyleyelim sonunda yine aynı cümleye geliyoruz: İnsan yaşadığı yere benzer.

Belki de bunun sebebi şudur: İnsan, yaşadığı yeri terk edebilir ama yaşadığı yer onu kolay kolay terk etmez.

Hatice Nur KAYA

Maraş’ın Sesi: “evvel Maraş içinde”nin Bize Anlattığı

Bir şehrin ruhu, çoğu zaman onun en çok konuşulan özelliklerinde değil; en sessiz köşelerinde, en küçük ayrıntılarında saklıdır. Kahramanmaraş da böyle bir şehir… Kökleri derinlere uzanan, binyıllar boyunca birçok medeniyeti bağrında taşıyan bu kadim coğrafya, asıl hikâyesini sokaklarının sesinden anlatır. O ses ise ancak gerçek sahiplerinin diliyle duyulur: Halkın kendi ağzıyla.

İşte tam bu noktada, Muhammet Kılıçsallayan’ın kaleme aldığı “Evvel Maraş İçinde” karşımıza çıkıyor. Maraş ağzıyla yazılmış bu öykü kitabı, hem edebî yönü hem de kültürel miras taşıyıcılığıyla, yalnızca bir okuma deneyimi değil; Maraş’ın sesine kulak verme daveti niteliğinde.

Kitabın daha ilk sayfasında, yazarın eseri “ruhuma aydınlık, gönlüme sevda, eşime ve hayatımın üç gülüne” diye ithaf etmesi, metnin sıcaklığının da habercisi. Bu içten başlangıç, kitabın tamamına yayılan samimi tonu adeta en baştan okuyucunun içine bırakıyor.

Bugün Türkçenin birçok şivesi, modern hayatın hızlı akışında giderek silikleşiyor. Çocuklar artık büyüklerinin sözünü olduğu gibi duymuyor; şehirleşme ve medya dili, yörelerin kendine özgü tınılarını gölgede bırakıyor. Bu yüzden “Evvel Maraş İçinde”, yalnızca bir edebiyat eseri değil; aynı zamanda bir kültür muhafızı. Kitaptaki her kelime, Maraş’ın hafızasından kopup gelen bir hatırayı, bir kokuyu, bir sesi bugüne taşıyor.

Üstelik kitap, yalnızca diliyle değil; gerçek karakterleri ve onlara ait fotoğraflarıyla da çok zengin. Bu görsel öğeler, öyküleri sadece okumakla kalmayıp adeta yaşamanızı sağlıyor. Sayfalar ilerledikçe, bir zamanlar unuttuğumu sandığım çocukluk anılarım bir bir canlandı; kimi mahalle oyunlarını, kimi eski bir evin avlusunu, kimi komşu seslerini yeniden duyar gibi oldum. Okurken yüzümde beliren gülümsemeyi durduramadığımı fark ettim. Yazarın hiçbir şeyi unutmaması, en küçük detayı bile hatırlayarak metne yerleştirmesi, kitabın en büyüleyici yönlerinden biri.

Muhammet Kılıçsallayan’ın en dikkat çeken tarafı, şiveyi öykünün süsü gibi kullanmaması. Maraş ağzı bu kitapta bir folklor malzemesi değil; yaşamın ta kendisi. Kelimeler öyküyü taşımıyor, bizzat öykünün içinden doğuyor. Bu da okuyucuyu, özellikle Maraşlıları, metne daha derinden çekiyor. Her cümlede tanıdık bir tını, her karakterde çocukluğumuzun bir yüzü var. Öyküler boyunca bazen gülerken bazen hüzünleniyor; bazen bir mahalle arasının sıcaklığını, bazen Maraş’ın keskin rüzgârını hissediyoruz.

Dilin bu kadar canlı olması, kitabı sıradan bir öykü derlemesi olmaktan çıkarıp yaşayan bir kültürel belgeye dönüştürüyor. Kahramanmaraş’ın mizahı, alınganlıkları, içtenliği, komşulukları, düğünleri, derdi-tasası… Hepsi Maraş ağzının özgün ritmiyle harmanlanmış. Öykülerdeki karakterlerin sahiciliği de bu yüzden güçlü: Çünkü onlar kurgudan çok hakikatin kendisi. Sanki herhangi bir Maraş mahallesine gitsek, yazarın anlattığı insanlardan birine rastlayıverecekmişiz gibi.

Özellikle şunu belirtmek gerekir ki “Evvel Maraş İçinde”, okura yalnızca geçmişi gösteren bir pencere açmıyor; aynı zamanda bugünü de anlamlandırıyor. Kaybolan kültür unsurlarını yeniden fark ettiriyor ve bize şu soruyu sorduruyor:

“Biz bu kelimeleri unuttukça, acaba kendimize dair neleri de kaybediyoruz?”

Kültürel hafızanın en güçlü taşıyıcısı dildir. Dil değiştikçe insanın dünyayı algılama biçimi de değişir. Bu nedenle yöresel ağızların kayıt altına alınması, sadece dilbilim açısından değil; toplumsal hafızanın korunması açısından da büyük önem taşır. Muhammet Kılıçsallayan’ın çalışması bu bakımdan değerli bir kültür hizmetidir. Üstelik bunu akademik bir ağırlığa boğmadan, samimi ve akıcı bir dille yapıyor.

Bir köşe yazarı olarak değil, bir okur olarak da söyleyebilirim ki kitabın en hoş yanı, okurken insanı yavaşlatması… Günümüz hız çağında, Maraş ağzının o kendine özgü ritmi insanın zihnini durultuyor. Sanki bir ninenin dizinin dibine oturmuşuz da o bize eski günleri anlatıyormuş gibi bir yakınlık duyuyoruz. Bu sıcaklık, kitabın öykülerinin en büyük başarısı.

Sonuç olarak “Evvel Maraş İçinde”, bir şehrin kültür atlasını dil ve hatıralar üzerinden çizen, değerli bir eser. Hem Maraşlılara hem de Anadolu’nun zengin ağız ve anlatı geleneğine ilgi duyan okuyuculara güçlü bir literatür armağan ediyor. Öykülerdeki her kelime, her fotoğraf, her detay; Maraş’ın ruhunu bugüne taşıyan bir iz niteliğinde.

Maraş’ın bir sesi vardır; tok, içten, kendine özgü bir ses…

Bu kitap o sesi duyuruyor.

Biz de yalnızca dinliyoruz.

Mustafa Işık

İnsan ve Zaman

Yaşamak en büyük kahramanlığımızdır, öleceğimizi bile bile…

Başlangıç, aynı zamanda son için geri sayımın birinci günüdür. İlk ve son arasındaki tarih şeridinde asılı duran insanoğlu için büyük engel zaman denilen belirsiz heyuladır.

Günlük yaşamın hengâmesinde eğer kısıtlayıcılarımızı fark etmezsek, gelişen ve değişen modern dünyanın gerçekliği karşısında doğru zamanda, doğru yerde bulunup doğru hamleyi yapmamız mümkün olmayabilir. Bundandır, haksız yere öldürülen her kişinin cinayetinden Kabil’e bir pay biçişimizin gönül rahatlığı.

Her canlının hediye edilmiş ömrü, yaşanmayı bekleyen ve yaşanılacak hikâyedir, eksik veya fazlalığıyla. Bu sebepledir her kelam sahibini dinlememiz gerekir, ap/b/talları ve çocukları da. Her insanın dinlemeye değer hikâyesi elbette vardır dünya arenasında.

Hikâyeleri anlamlı kılmak adına tarihin, coğrafyanın sınırlarını zorlayan insanoğlu, her şeyin zıddıyla anlam kazandığı gerçeğinin fark etmiş olsa da dört elle sarılır yaşama, ölüm olmadan yaşamın anlam kazanamayacağı gerçeğini bile bile.

Hayat bize sonsuz sebeple borçludur, yaşanılacak onca güzelliği esirgediği için. Asla geri hareket ermez akreple yelkovan kardeşler. İlerlerken borçlu kaldığı kısmı bize ödemek yerine boşa geçirdiğimiz anlar/anılar için de öç alır bizden. Eğlenceli olduğu kadar asidir, çılgındır, özgürdür… yaşlı ama bin bir boyayla süslenmiş nazlı, edalı gelin gibidir. İstediklerini sorgusuz, sualsiz yaptırır bize. O hâl ile yaptıklarımızın hesabını da nedametle öderiz genelde.

Ah! Bu şiirlerin yüzü gülsün / şiir topladı beni.

Şiirin yüzü güler de gülen gözlerdeki yaş kaç yüreğe serinlik taşır... Zaman gergefinde sarılıyken ruhumuz en çok göğe bakmaktan korkarız; yıldızlara, aya, güneşe... Kendimizi ne kadar küçük gördüğümüzü anlarız ve bakarız durmadan, göğün nihayetsiz boşluğundan acizliğimize. Teslim oluruz zaman kavramının, tanımsızlığı, ölçüsüzlüğü ve uzaklığın rakamlara sığmaz ahvaline. En önemlisi de ufacık iki göz mesafesine koskoca evrenin nasıl sığdırıldığına akıl sır erdirmeyişimize.

Gözlerimizdeki yaşlanmaz ışıltı, hikâyeler arasında bir hikâye gibi gökkuşağı rengine boyarken göğün sonsuzluğunu, mağara kapısını kapatan kaya gibi bizi de zaman denen gergefin gizemli sayfaları arasına satır satır hapseder ve varlığını nakşeder sinemize en kesif görünümüyle. Satırlar kuyumuzdur; her hatıramızı, hayalimizi, yaşanmışlığımız veya yaşanmamışlığımızı doldurduğumuz, belki omzumuzdaki heybedir başlangıç ve son noktaları arasında çıkılan kutlu yolculukta. Belki de Nebi gemisidir, kırkıncı günün sonunda pencere açılacak ve güvercin uçurulacaktır. Pençesindeki yarısı ıslak zeytin dalıyla bize öğretmiş olacaktır zamanın gerçekliğini, gidip de geri dönmenin kutsallığını.

Zaman… iki tarafı keskin kılıç... Sessizliğin büyük ses olduğu hakikati, kedinin yanan şöminenin önünde munis uyuklaması kadar insanın yüreğini okşar türdendir. Tıpkı, şairin dizelerinde, yerinde memnun yolcuların seferden dönmemeleri huzuru… Ben, en uzak yolculuğu iki insan arasındaki mesafe bilirim. Yürekten yüreğe varılmaz yolculuğu... Bazen insan sanki tufandan çıkmış güvercin, dört duvarı sudan ada gibi kalakalır yol ortasında. Yönsüz, kanatsız...

Beniâdem, zaman denilen anahtarla kendi cenderesini daha da sıklaştırmaya gayretli kesilir ve gönlüyle beyni arasında köprü kurmak yerine setler çekmeye ustalaşır. Umutları büyük, gönülleri geniş olanlar ‘iyilik’ denilen büyülü sözle ‘vakit’ denilen yolun yolculuğunda heybelerini, yüreklerinde sesiyle, gül bahçelerinin tarifsiz kokusuyla, ufukların eşsiz güzelliyle ve seher yelinin esintisiyle doldurmuşlardır ve her birinde birer parçayı pay etmiştir heybemize. Hiçbir engel onlara Kafdağı Anka’sını da mağara ağzındaki yüzyıllık ağı da yerde yılana dönüşen asayı da taş doğuran deveyi de unutturmamıştır.

Zaman denilen koca gemi bizi de alıp ötelere taşıyacak mıdır?

Burak Çırak

Cüda

Cüda düşmek, sessiz bir kopuştur.

Yırtık bir yara gibi değil;

derin bir iç çekişin içerde bıraktığı boşluk gibidir.

Bir türkü çalarsın mesela,

sesi yerinde durur ama ruhu eksiktir.

Çünkü o türkünün asıl sahibini

kalbin çağırır da dünya çağırmaz artık.

Dosta cüda düşmek bambaşka bir sızı taşır.

Yan yana oturduğun,

bir kelimeyi paylaşmadan bile anlaşabildiğin,

sadece varlığıyla insana iyi gelen kişinin

artık aynı semtte bile olmayışı…

İnsanı en çok bu sessizlik yorar.

O kişi gittiğinde,

odanın köşesindeki sandalye boşalır,

ama asıl boşalan insanın içindeki yerdir.

Gülüşü bir anda hatır olur,

öfkesi bile kıymete biner.

İnsan, yokluğunu sonradan fark eder dostun.

Türküye cüda düşmek ise başka bir yanık.

Bir ezgi yükselir,

ama eşlik edecek nefes nereye gitti belli değildir.

Sanki türkü kendisi de duraksar,

sanki bir yerden sonra söylemeye utanır.

Çünkü yarım kalan sesler,

her zaman daha ağırdır.

Cüda düşülen şey ne olursa olsun,

insan biraz eksilir.

Ama bu eksilme küçültmez;

aksine, kalbin daha derin bir yere çekildiğini gösterir.

Cüda olmak bir bedel değil,

bir hatırlayış hâlidir.

İnsana, “Ben sevmişim” dedirten sessiz bir hüzün.

Yarayı bırakır,

ama yüreği kirletmez.

Ve cüda kaldığın kişiyi düşündüğünde anlarsın:

Sızı duyuyorsan hâlâ,

kalbin ölmemiş demektir.

Ali Eşik

Çay İçtim Çorba Küstü

M. Raşit Küçükkürtül’ün sözü üzerine

Dövüşecek kim gördüm de
Dost diye dert ağlayayım
Su da isteyecek hal bırakmadılar
Dem görmeye kim gelsin

Yaraları görmeye kim kaldı da
Bağrına taş bağlasın
Avuç anca toprak görür oldu
Gök gördüm diye bulut tarlası

Hece bozulduğundan beri boş kaldı ocaklar
Artık eğri odundan da razı dedem
Baltaya sap
Kazmaya başla

Hüda diyemem utancımdan
Başım öne düştüğünden beri
Hü diyecek olduğumda
Sessiz kalmıyor artık sazlar

Ben derisini yüzdürenin nesini anlarım
Pamuklarım sert düştü hallacım yok
Bir kitaba ters küstü
İlmeğinde düğümü çok

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]