
DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Abdurrahman Şeref Efendi ve Tarih Musahabeleri
Tarih dediğimiz şey, tozlu raflarda duran ve gerektiğinde müracaat edilen ya da imtihanlar gibi çeşitli vesilelerle ezberlenmesi gereken kuru bilgilerden ibaret değildir malum. Mevzuya kuru savaş ve antlaşma bilgileri ya da isimleri birbirine karışan padişah ve vezir listeleri olarak bakamayız. Biz Türk milleti olarak köklü bir tarihe sahibiz ve bu da aslında ne kadar büyük bir hazinenin mirasçıları olduğumuza işarettir.
Bir yönüyle de tarih, ecdâdın bugünlere bıraktığı kocaman bir mektup gibidir. Bu mektup, mazinin tecrübelerini, hatalarını veya ihtişamını bugünlere taşıyan bir köprü vazifesi de görür. Bize yüz küsür yıl öncesinden mektup bırakanlardan ve bu mektubu en tatlı ve samimi dille yazanlardan biri de hiç şüphesiz Abdurrahman Şeref Efendi'dir. Kendisi, Osmanlı'nın son resmî vakanüvisi olması hasebiyle, o koca devletin yıkılışına ve bu devletin küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna birinci elden şahitlik etmiş, önemli bir şahsiyettir.
Onun tarih anlatımı, bir bilim adamının soğukkanlılığından ziyade, görmüş geçirmiş bir bilgenin muhabbetine benzer. Bu yüzden, onu akademik kürsülerden değil de sanki bir selamlık sohbetinden dinler gibi anlamak, tarihin sıcaklığını böyle hissetmek gerek. Abdurrahman Şeref Efendi'nin bu kapsamda adeta bir sohbet havasında kaleme aldığı dikkat çekici eseri, "Tarih Musahabeleri"dir. Musahabe zaten sohbet, arkadaşlık anlamlarına gelir. Eserin ismi bile bize, meselelere, dost meclisinde konuşulan kıymetli bir konu gibi yaklaşıldığını gösteriyor.
Peki, bu "Tarih Musahabeleri"nin içinde neler var? Adından anlaşıldığı gibi, eser çeşitli tarihi konulara dair sohbetlerden oluşuyor. Fakat bunlar, sadece kronolojik olay anlatımları değil. Şeref Efendi, bu eserde Osmanlı tarihinin özellikle son yüzyılından ilginç olayları, dikkat çekici şahsiyetleri ve toplumsal hayattan kesitleri ele alır. Mesela, saray hayatına dair detaylar, padişahların ilginç uygulamaları, önemli devlet adamlarının karakteristik özellikleri gibi konulara temas eder. Bir bakarsınız Keçecizâde İzzet Molla’nın “Keşannâmesi”nden bahseder, bir bakarsınız Tanzimat dönemi paşaların terceme-i halinden; bir bakarsınız Boğazlar Meselesine değinir, bir bakarsınız Rus İhtilaline… Şahıslar veya olaylarla ilgili ya bizzat gördüklerini, şahitlik ettiklerini ya da bizzat görenlerin, yaşayanların naklettiklerini aktarır.
Bu noktada şunu belirtmem gerekir ki eserin en değerli yanı, Abdurrahman Şeref Efendi’nin olaylara kendi yorumunu ve gözlemlerini katmasıdır. Kendisi bizzat yaşadığı ve gördüğü son dönem olaylarını da bu musahabelere dahil ederek, tarihî olayların perde arkasını bizlere aktarır. Bu da olayları sadece yazılı kaynaklardan değil, aynı zamanda yaşayan bir tanığın ağzından dinlemek gibi bir tat verir okuyucuya. Bu üslup, onun kalemini hem güvenilir hem de sıcak kılıyor.
"Tarih Musahabeleri"ni okurken, tarihin kuru bir ders olmaktan çıkıp, bize bir şeyler fısıldayan ihtiyar ve bilge bir dostun hikayelerine dönüştüğünü hissedersiniz. Abdurrahman Şeref Efendi, bize sadece geçmişi anlatmaz; aynı zamanda o geçmişten günümüze nasıl dersler çıkarabileceğimizi de nazikçe işaret eder. Tarihe olan sevgisi ve saygısı, her satırından süzülür. İşte bu yüzden onun eseri, özellikle Osmanlı’nın son yüzyılına dair merakı olanlar için samimi bir yol arkadaşı olmaya devam ediyor. Tarih Musahabeleri, geçmişin kapılarını aralayan, maziyi seyre çıkaran bilgilendirici, öğretici ama o kadar da keyifli bir penceredir diyebiliriz.
Ömer Faruk Doğru
Kahramanmaraş Nükteleri
“On beşin irisini
Altmışın dirisini
Askere alırlar’’
Bu darbımeseli, 24 Eylül 2025 günü dedem Abdullah Doğru ile sohbet ederken işittim. Dedem de bunu, Veli Ağa dedesinden duyduğunu söyledi. Bu yıllar, dedemin ifadesiyle zor yıllar olduğu için eli silah tutan herkesi askere alırlarmış. Şimdilerde çocuk yaşta diyebileceğimiz ya da artık yaşları kemale ermiş gözüyle bakacağımız kişileri de askere çağırırlarmış.
Mayası şiirle yoğrulmuş olan Türk insanının lisanı da elbette şiirsel bir ahenk barındırmaktadır. Her ferdi şair olan Türk milleti, bu durumu da kendi üslubuyla anlatmış ve bir darbımesel hâline gelen bu sözler dilden dile dolaşır olmuştur.
Birinci Cihan Harbi yıllarında, Kahramanmaraş’ın Bertiz Baydemirli Mahallesi'nde Veli Ağa dedemiz yaşamını sürdürmekteymiş. Kendisi, çocuklarından birini şehit vermiş birini de hastalık nedeniyle kaybetmiş bir ağa imiş. Eşi de vefat ettiği için ikinci bir evlilik yapmış ve bu eşinden de çocukları olmuş. Bu arada, eski eşinden olma çocuklarını şehit verdiği için dört yetim çocuğa bakmakla yükümlüymüş. Bu çocukların ikisi de benim dedemdir. O zamanlarda -gerçi hâlen de öyledir- akraba evliliği yaygın olduğu için, biri anne tarafından diğeri de baba tarafından dedemdir.
Abdullah dedem (d. 1939-…) baba tarafından dedemdir. Çok şükür, dedem hâlen hayattadır ve anılarını, anekdotlarını ve darbımeselleri anlatmaya devam etmektedir. Gerçi dedemin ağzından laf almak oldukça zor. Olur da gıybete girer korkusuyla herhangi bir şey anlatmaktan imtina ediyor. Yine de sorduğum sorulara cevap veriyor olması sevindirici bir durum. Bu sayede ben de bu nükteleri daha iyi not edebiliyorum. Dedemden not ettiklerimi inşallah paylaşmaya devam edeceğim.
Sizlerin de Kahramanmaraş ili ile ilgili anlatmaya değer bulduğunuz bir anınız, duyduğunuz bir anekdotunuz varsa bize yazabilirsiniz. Bizler de burada yaptığımız gibi not edip paylaşma gayreti içerisinde olacağız.
Seda Nur Çetinkaya
Bir Çocuk Geçti İçimden
Günlerden bir gün, yine delirecek gibi oluyorum. Bu kimsenin duymadığı ama içimde sağır edici bir yankıya dönüşen o eski çığlıkla geliyor. O anlarda en dar gelen yer, kendi içim oluyor. Kendimden kaçmak için sokağa çıkıyorum.
Köşe başında bizim sokağın meşhur kedisine rastlıyorum, Nefise. Yanına çömelip başını okşuyorum. Tüylerinin arasına unutmak istediğim cümleleri bırakıyorum. Yürüyorum, uzaklaşıyorum. Gözüm bir kaldırım kenarında, taş basamakların üzerinde oturan çocuğa ilişiyor. On yaşlarında ha var ha yok. Yüzü iki avucu arasına saklanmış, gözleri çok eski zamanlara ait. Ne saklıyor bilmiyorum. Gözyaşlarını mı? Utanmayı mı? Yoksa görünmez olma çabasını mı? Bir adım atıp duruyorum. Kimse fark etmiyor onu. Yanından geçenler bir çöp kutusunu görür gibi bakıyor ya da hiç görmüyorlar. Oysa bu çocuk şehrin orta yerine serpiştirilmiş eski bir yorgunluk gibi.
Başımı eğiyorum “İyi misin?” diye soruyorum, ama biliyorum ki bu sorunun cevabı bazen bir sessizlik, bazen de göz kapaklarının arkasına gizlenmiş bir karanlık.
Çocuk başını kaldırmıyor. Ellerinin arasından ince bir ses sızlıyor “Görüyor musun?”. Ne demek istediğini anlamıyorum ilkin. Beni mi kastediyor, yoksa kendini mi? Belki de koca bir şehri. “Neyi?” diye soruyorum. “Elimi” diyor “avuçlarımın içini.” Yavaşça avuçlarını açıyor. Ellerinde bir şey yok.
İçinde kırık bir oyuncak mı vardı, yitmiş bir hayal mi bilinmez. Belki de hiç olmamış bir mutluluğun boşluğu. Yüzü hala ciddi, dudaklarında belli belirsiz bir eğrilik. Ne gülümseme ne hüzün. Biz bakmayı unuttuğumuz için o çocuklar ellerinde sadece “hiç”le dolaşıp dururlar. Hepimiz bir şeyleri erken öğreniyoruz. Kimimiz yoksunluğu, kimimiz beklemeyi, kimimiz susarak büyümeyi. Bu çocuksa yaşına göre fazla şey öğrenmiş. Yanına oturuyorum. Kalabalık geçip gidiyor. Bir kadın telaşla yürüyor, bir adam yorgun argın alışveriş poşetlerini taşıyor. Bir başka çocuk elinde dondurmasıyla karşıya geçiyor. Bizse kaldırım kenarına çökmüş aynı yalnızlığın farklı yaşlardaki yankılarıyız sadece.
“Biliyor musun” diyorum. “Bazen ben de avuçlarımı kapatıyorum. İçinde bir şey var mı diye değil, dışarıdan bir şey girmesin diye.” Göz ucuyla bana bakıyor. Bu bakış, bir tür onay gibi. “Ama büyüyünce de kimse eline bakmıyor artık” diyor. Söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü haklı. Büyüdükçe ellerimiz sadece iş görmeye, dokunmaya ya da uzanmaya yarıyor. Kimse o ellerin içine gizlenen hüznü sormuyor.
Oysa çocuklar elleriyle konuşur bazen. Sıkınca, açınca, uzatınca…
Bir süre susuyoruz. O kaldırımsa hep aynı, ama biz ikimiz başka yere geçmiş gibiyiz. Orada yan yana otururken ne çocuk olmak bir şey ifade ediyor ne yetişkin olmak. Sonra çocuk ayağa kalkıyor. Gözleriyle kısa bir an gökyüzüne bakıyor. “Gitmem gerek” diyor. Sanki hep gidenmiş gibi söylüyor bunu. Sanki hiçbir yerde uzun kalmamış. Belki hiçbir yerde köklenmemiş.
“Adın ne?” diye soruyorum. Omuz silkiyor. “Bilmiyorum, bazen oluyor adım.”
Bir yabancı gibi gelip geçen, ama içimde yankısı kalan çocuğun ardından bakakalıyorum. Gidiş hafif, sesi uçucu, ama bıraktığı iz ağır.
Bu şehir yüzünü ellerinin arasına saklamış nice çocukla dolu. Kimisi acı saklar, kimisi öfke, kimisi sessizliğini. Ben kaldırım taşına geri dönüyorum. Nefise yanıma geliyor. Ama Nefise’nin tüylerinde artık huzur değil, aynı zaman da bir sızının izi de var.
O gün delirecek gibi olduğum sabahın akşamında, kendimle değil bir çocukla yüzleştim. Biz unuttuğumuzu sansak da onlar ellerinde görünmeyen hikayeleriyle hala gözlerimizin önünde dururlar.
Mustafa Işık
İstiyorum
Dilim bülbül, gözüm ırmak
Dudağa söz istiyorum
Veysel gibi dost diyarı
Görmeye göz istiyorum
Kırk yerden kırık sazımı
Dumanı tüten sızımı
Levhi kalemde yazımı
Bilmeye öz istiyorum
Ateşten denizi içip
Baş vermez ekini biçip
Kuş uçmaz dağları geçip
Basmaya iz istiyorum
Yar geçmeye kanat takıp
Ardından bin ateş yakıp
Kerem’e Aslı’ca bakıp
Yanmaya köz istiyorum
Aklım kayıp gönlüm firar
Düş görmeyi hayra yorar
Kışta cemre bahar arar
Mevsime yaz istiyorum
Seçip damladan deryayı
Gökten indirerek ayı
Ela gözlü dilber payı
Çekmeye naz istiyorum
Pir Sultan’a ağaç olmam
Nesimi’ye divan kurmam
Zalim senden aman almam
Çökmeye diz istiyorum.
Burak Çırak
Kayıp Yol
Bir vakitler dost kelimesi vardı;
ağıza alınca gönülde yer bulurdu.
Şimdi kelime hâlâ ağızda,
lakin gönülde boş bir sandalye duruyor.
Eskiden yol ayrımı olmazdı;
insan susarak bile yan yana durmayı bilirdi.
Söz kıymetliydi, sükût ağırdı.
Şimdi ses çok, söz var,
ama ruh çoktan göç etmiş kelimelerden.
Bazen yolu insan kendi kazmasıyla kazar.
Sonra o çukuru yol sanır,
karanlığını hakikat diye yutar.
Oysa hakikat bakışta değil,
bakışı taşıyan vakardadır.
Gürültüde değil, sessizce yan yana durabilmekte gizlidir.
Bir el uzanır dosttan, habersizce, incitmeden;
ama göz kapalı olan, o eli göremez.
İşte ondan sonra el çekilir,
dil susar, gönül kabuğa girer.
Temeli olmayan bir iddiaya yaslanır bazen insan,
ve sanır ki yükseldi.
Oysa yalnız kendi sesini dinler,
duvarı duyar dost yerine.
Bir fikre iman ettiğini zannederken
en çok kendine secde eder.
Biz suskun kaldık;
çünkü gerçek dostluğun meydanı gürültü değildir.
Ses yorar, sükût taşır.
Ve bazı ayrılıklar küslükten değil,
haysiyetten olur.
Şimdi herkes kendi yolunda yürür.
Sen de yürürsün, biz de.
Fakat unutma:
Yol sadece adımla ölçülmez,
yürekle tutulur.
Biz, hâlâ bir köşede susmayı biliriz.
Sen ise…
Sessizliğin dilini çok iyi bilirken,
kelimelerin şatafatına kandın.
Yolun açık olsun.
ama bil ki doğru yol, ışığı çok olanda değil;
gölgesi mert olanda bulunur.
Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:22
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.