Ülkede her geçen gün fiyat algısı kaybolup gidiyor. İnsanlar bir ürün alırken ‘Kazıklandım mı?’ diye düşünmeye başlıyor. Yani o ürünün değeri o kadar mı? Bunu gerçekten anlaması güç. Bir markete gittiğimizde 50 lira olan bir içecek, başka bir markette 45 lira olabiliyor. Madem 45 liraya satılınca kar edilebiliyor, neden 50 liraya satılıyor? Bu sadece bir örnek.

***

Bir ürünün fiyatının değerine göre yüksek mi düşük mü olduğunu anlamak için kıyaslama yapılıyor. Özellik burada ölçü birimi asgari ücret oluyor. 10 yıl öncesinde asgari ücretle şunu alabiliyordum, bugün ise ancak bu kadarına yetiyor gibisinden. Zaman değişiyor, etiketler değişiyor ama cebimizdeki paranın değişim hızı çoğu zaman aynı çizgiyi takip etmiyor. Bir bakıyorsunuz, dün “lüks” sayılmayan sıradan bir ihtiyacın bugün vitrinlerde bir anda “erişilmez” olduğunu öğreniyorsunuz. Asgari ücret ise, ekonominin nabzını tutan en gerçekçi referans noktası oluyor.

***

İşte bu yüzden, fiyatların labirentinde yolumuzu bulmaya çalışırken elimizde kalan tek pusula, yine kendi yaşam deneyimimiz oluyor. Cebimize girenle çıkan arasındaki makas açıldıkça, “değer” dediğimiz kavram da sisleniyor. Bugün bizi şaşırtan bir etiket, yarın sıradanlaşabiliyor; dün aldığımız ürünün fiyatı ise ertesi hafta bambaşka bir zirveye tırmanabiliyor. Ekonomik dalgaların bu hızında, vatandaşın tek beklentisi ise çok basit: Fiyatın da, alım gücünün de öngörülebilir olduğu bir düzen. Çünkü sonunda hepimiz biliyoruz ki sağlıklı bir ekonomi, sadece rakamlardan değil, insanların güvenle alışveriş yapabildiği bir düzenden geçiyor. İşte asıl ihtiyaç duyduğumuz şey de tam olarak bu.