Whatsapp Görsel 2025 10 16 Saat 14.33.20 E644A9F9

DÖŞ CEBİ

Mehmet Yaşar

Başucu Değil Baş Tâcı Bir Kitap: Evin Mahremi Olmak

Her okur, kendi okuma macerasından hareketle belli başlı kitaplara özel kıymet atfeder. Kimi kitaplar insanın hayatını ya da hayata bakışını değiştirir, kimisi sadık dostlar mesabesindedir, kimi kendini tanımasında yol göstericidir, kimi bilgi verir, kimi fikir… Ortalama her okuyucunun kendi diline, anlayışına, müktesebatına göre belirlediği başucu kitaplar listesi vardır muhakkak. Bu kitaplar genellikle okuyucunun ya çok etkilendiği ya da çok müstefîd olduğu kitaplardır. Bendenizin de vardır başucu tabirine uygun düşen kitapları. Fakat bir kitap var ki başucu değil baş tâcıdır benim için. Ali Yurtgezen Hocamızın kaleme aldığı Evin Mahremi Olmak kitabı. 2016 yılında Eşik Yayınlarından çıkan bu kitap aynı yıl Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Yılın Deneme Kitabı Ödülü”nü de almıştır.

Evin Mahremi Olmak’tan bahis açmak o kadar zor ki. Ne desem, nasıl anlatsam, kitaba dair içimde beslediğim duyguları, heyecanı hangi kelimelerle aktarsam bilemiyorum. Kitabı okumaya başladığınızda bir hazine bulmuş hissine kapılıyorsunuz. Bu, size ait bir hazine ammâ ki ne hazineden haberiniz var ne de kaybettiğinizin farkındasınız. Öyle bir hazine… Peki nedir bu hazine? Hazine kendimiziz. Kendimizi kaybetmedik mi biz, kim olduğumuzu, yani kimliğimizi, daha doğrusu hüviyetimizi, hüviyetimizin hû’dan neşet ettiğini? Birkaç yüz yıldır yaşadığımız meselelerin temelinde bu yatmıyor mu? Kim olduğumuzu bilememenin getirdiği savrulmalar değil mi yaşadığımız acıların müsebbibi?

İki bölüme ayrılmış olan kitap, beyitlerin şerh edildiği yazılardan oluşuyor. İlk bölümde Zâtî’den Bâkî’ye, Zekâî’den Hayâlî Beğ’e, Ahmed Paşa’dan Agâhî’ye belki adını ilk defa duyacağınız nice divan şairinin beyitleri şerh edilmiş. İkinci bölümde ise sadece Fuzûlî’nin “Beni candan usandırdı, cefadan yâr usanmaz mı? diye başlayan musammat gazelinin şerhi var. Kitapla birlikte şerh geleneğinin aslında ne kadar büyük bir kıymeti haiz olduğunu anlıyorsunuz. Şerhin ne kadar önemli bir alan ve ehlince îfâ edildiğinde nasıl bir hazineyi yarınlara taşıdığını fark ediyorsunuz.

Kitabın ilk yazısı “Canda Elif Yok İse” başlığını taşıyor. Zâtî’nin “Sana cân içre yer ettim elif gibi, benim cânım,/Güzeller padişahısın, senin taht-ı revânındır.” beyti şerh edilmiş. Şerhte “sadece elifi yitirince peşinden neleri de yitirmişiz”in resmini görüyorsunuz: “Can kelimesi cim, elif ve nun harfleriyle yazılır. Elif harfi bu kelimenin ortasında yahut içindedir. Eğer ‘can’ın ortasında veya içinde elif olmasaydı, bu kelime, ‘gece karanlığıyla, örtüyle bir şeyin üzerinin kapatılması’ manasına gelen ‘cenn’, ya da ‘çıldırmak’ manasına da gelen ‘cinn’ lafzına dönüşecekti. O takdirde gönülde yer eden şey ya küfür ya cinnet hali olacaktı ki bu iki hal de mutlak manada ölümdür, helâk olmaktır. Şu halde canı can yapan içindeki eliftir. Elifle sembolize edilen hakikatlerin şuurunda olmayan insan, canlı gibi görünse de yaşayan bir ölüdür.” Yunus Emre hazretin “dört kitabın manası, bellidir bir elifte” dediği ne menem birşeymiş meğer, anlamaya başlıyorsunuz.

Ali Yurtgezen hocamız -Cenâb-ı Allah hayırlı ve uzun ömür versin- kitabın takdim kısmında, hakikatin tabiatı gereği bâtında, içerde, mahrem bir alanda saklı olduğunu ve oraya ulaşmanın yolunun da zahirdeki işaretlerden, kapılardan geçtiğini hatırlattıktan sonra “Beyit ev demektir. Nasıl bir evin hakikatini, içine girmeden, sadece dıştan bakarak anlayamazsanız, bizim şiirimizi de çoğu zaman zahirî görüntüsüyle kavrayamazsınız. Evin mahremi değilseniz o eve giremezsiniz.” diyor. Bendeniz de bu nâçiz yazıyla, hâlâ duymayan, okumayan varsa muhakkak kitabı temin etsin, evin mahreminden olsun, kaybettiği hazineyi bulsun deyû bir kapı açmak, bir işaret vermek niyetindeyim. Ahmet Doğan İlbey ağabeyimiz “Sadra Şifa Kitap” diye duyurmuştu bu aziz kitabı. Bizler de yıllardır döne döne okuyor, modern dünyanın kalbimizde açtığı yaralara karşı bu kitapla şifa buluyoruz. Şifalı okumalar dileğiyle…

Enver Çapar

Maraş’ın Sokak Sesleri

Hayatımızın tabii olduğu zamanlarda her sesin ayrı anlamı ve karşılığı vardı bizde. Şehirlere canlılık katan hayatın akışını ahenklendiren sokak sesleri vardı eskiden. Eskiden diyorum çünkü bu sesler kayboldu artık. Onun yerine kulakları tırmalayan ve insanları bezdiren gürültüler ve uğultular hâkim sokaklara. Ses ne kadar insani ise metalik ve teknolojik gürültü o kadar insani değil.

Orhan Veli yaşasaydı bugün, o muhteşem İstanbul’u Dinliyorum şiirini yazabilir miydi? Elbette yazamazdı. Çünkü İstanbul’da sesler yok artık. Makineleşmiş bir hayat ve onun çarklarının insanları boğan gürültüsü var sadece. Şiir arayan sesler kaybolup gitmişler. Hz. Mevlâna Konya çarşısında gezerken tak tak çekiç seslerini duyunca cezbeye gelmiş ve bu sesler Allah’ı zikrediyor diye sema etmişti. Kulak vereceğimiz ve bizde anlam bulacak sesler yitip gittiler.

Maraş’ın sokak sesleri de zamanla bir bir kayboldu. Biz Maraş’a 1990 yılında taşındık. O zamanlar Maraş sakin ve yavaş bir şehir sayılırdı. Daha öncesinde muhtemelen çok daha sakindi. Ben doksanlı yıllardaki Maraş sokaklarında duyduğum seslerden hatırladıklarımı nakledeceğim. Daha öncesinde hangi sesler vardı o da ayrı bir araştırma konusu olsun.

Şehir çok büyük olmadığı için birçok insan yürüyerek gidip gelirdi çarşıya. Şehrin sokaklarını ve kaldırımlarını arşınlardı. Yollardan tek tük geçen arabaların gürültüsü sesleri boğacak kadar fazla değildi. Ara sokaklar çok daha sakindi. Arasa Camii’ne inen dar sokakta nalbantlık işinin son temsilcilerinin dükkânı vardı. Kaldırımdan yarım metre kadar altta idi tezgâhları. Örsün üstüne kızgın demiri koyarlar ve hay, hak sesleriyle iki kişi sırayla sektirmeden çekiç sallardı. “Ting tang,ting tang” diye ahenkli bir ses devam eder giderdi. İşinin ehli, eski zaman insanlarıydı bunlar.

Kapalı çarşıya girdiğinizde sizi ferah bir serinlik karşılardı. Bezirganların “buyurun efendim buyurun hoş geldiniz” karşılamaları bitince karşıdan uzun boylu şalvarlı bir adam, elinde cam bir camekanla görünürdü. Camekan iki bölümdü bir bölümünde lahmacunlar bir bölümünde de pervaz bulunurdu. Yanınızdan geçerken mis gibi kokardı. Satıcı, müşterilere çok eyvallah etmez kısık sayılabilecek bir sesle “lahmacun vaar” diye bir iki kere çağırır geçer giderdi.

Kapalı çarşının girişi, çıkışı ve hemen her kaldırımda rastlayabileceğiniz simitçiler adeta birbiriyle yarışırlardı. “Taze simiiit, simitçi geldiii”. Simit var demek yerine de “simiiiduaar” şeklinde normal seslerini değiştirerek çığırırlardı.

Çarşıbaşı’na çıkıldığında şişlere dizilmiş taze marul satanlar göze çarpardı. Bunlar: “yağlı dürülüüü, yağlı dürülüüü.” diye bağırarak dolaşırdı. Hakiki pekmezin marulla yendiği zamanlardı o zamanlar.

Neredeyse adım başı bir ayakkabı boyacısına rastlanılırdı. Kimi özel yapım, kimi sucuk sandığından bozma boya sandığıyla gezerdi. “Boyayalım abiler, parlamazsa bedava, badem yağlı bol boyalı” sesleri inletirdi çarşıyı.

Ulu Cami civarı seyyar satıcıların merkezi gibiydi adeta. Maraş’ta üç tekerlekli ahşap seyyar arabalara tabla denirdi. Bu satıcılara da tablacı denirdi. Her çeşit meyve ve sebzeyi çeşitli övgüler dizerek satardı tablacılar. Sırtında şerbetliği, başında fesi ile elindeki tasları birbirine vurup şıngırtılar çıkararak şehrin bütün caddelerinde yanık sesi yankılanan mayamcılar birer efsaneydi. Bu geleneği günümüzde de sürdürüyorlar ama şehrin gürültüsü onların sesini bastırıyor maalesef. “Yürek soodi beyler, ballı mayaam”. Sesini duyabilmek için mayamcının iyice yanınıza yanaşması gerek artık.

Küçük cam kafesli tablasında gazete kağıdından yaptığı huni şeklindeki kağıtlara haşlanmış nohut ve üstüne bol kimyon katarak servis eden Tuzlucacı amca da ayrı bir renk katardı çarşıya. “Tuzlucaaa ye Memmedim ye” diye bağırırdı ara ara.

Çarşının dışına çıkıldığında ve sokak aralarına girildiğinde farklı sesler duyulurdu bu defa.

Göçmen diye adlandırılan motosikletiyle dolaşan orta yaşlı bir adam nane ve reyhan satardı. “Pınarbaşı naneleri geldi, gül naneleri güül. Temiz su naneleri bunlar. Nane var reyhan var” Diye inletirdi sokakları. Özellikle Kurban Bayramı yaklaşınca sokaklarda daha sık görülen çarkçı amca vardı bir de. El arabasının üzerine kurduğu düzenekle bıçak ve keserleri bileyler, bir diğer tabirle çarka verirdi. “Çarkçı geldii” diye seslenir fakat bu sesi kendi bile zor duyardı. İnsanlar yine de onun geldiğini anlar ihtiyacı olan çevirir bıçak ve keserini çarka verdirirdi.

İkindi üzeri olduğu zaman gökyüzünde rengarenk kafla kafla kuşlar küme halinde ve birbirine karışmadan şehri tavaf eder dururdu. Dam başlarında, ellerinde ucuna bir bez bağlı sopayı ha bire sallayan güvercin besleyen bu insanlara mırtıkçı denirdi. Güvercin kümeleri çeşitli şekiller çizerek dolaşırdı gökyüzünde. Güvercin meraklısı mırtıkçıların çeşit çeşit ıslıkları vardı ve hiç durmadan çalarlardı.

“Bu gece mübarek gece halep var haleep.” Bu ses, adından da anlaşıldığı üzere sadece kandil geceleri cami önlerinde ve sokaklarda yankılanırdı. Hatırlayabildiğimiz kadarıyla Maraş’ın sokak sesleri şimdilik bunlar.

Seda Nur Çetinkaya

Zamanın Hızına Yetişememek

Zaman, insan farkına varmadan avuçlarından kayıp giden bir su gibidir. Ne kadar sıkı tutmaya çalışsak da parmaklarımızın arasından süzülüp gider. Daha dün gibi hatırladığımız anların aslında yıllar öncesine ait olduğunu fark ettiğimizde, işte o zaman zamanın acımasızlığını iliklerimize kadar hissederiz. Çocukluk günlerimizin bitmeyecekmiş gibi görünen o uzun saatleri, oyunlarla dolu sokaklarda geçen akşamüstleri, hiç büyümeyecekmişiz gibi hissettiren yaz tatilleri… Hepsi çoktan geride kalmış, birer hatıraya dönüşmüştür. Biz yetişemeden geçen onca yıl, ardında sadece silik izler bırakmıştır. Hayatın temposu çoğu zaman bizi kendiliğinden içine çeker. Sabah olur, alelacele uyanır, kahvaltıyı çoğu kez aceleyle yapar ya da tamamen geçiştiririz. Bir koşuşturmaca başlar: okul yolları, iş trafiği, bitmeyen toplantılar, dersler, sorumluluklar… Gün içinde hep bir yerlere yetişmeye çalışırız ama çoğu zaman hiçbir yere gerçekten varamayız. Akşam olduğunda ise yorgunluktan tükenmiş hâlde kendimizi yatağa bırakırız. İşte tam o anda içimizden bir ses sorar: “Bugün gerçekten yaşadım mı?” Çoğunlukla cevabımız sessizlik olur. Çünkü gün, zihnimizin bir köşesinde yaşamadan tükettiğimiz bir parça olarak kalır.

İnsanın en büyük yanılgılarından biri, zamanı yakalayabileceğine inanmasıdır. Daha çok çalışarak, daha hızlı hareket ederek, daha planlı davranarak zamanı kontrol altına alabileceğini düşünür. Oysa zaman bizimle yarışmaz. O kendi yolunda, kendi ritmiyle akar. Biz ne kadar uğraşsak da onun önüne geçemeyiz, yalnızca ardından sürükleniriz. Zamanın peşinden koşmak, aslında kendimizi tüketmekten başka bir şey değildir. Halbuki mesele zamanı kovalamak değil, onunla birlikte var olabilmektir. Bir kahve içerken sadece kahvenin tadını değil, o anın dinginliğini de hissedebilmektir. Yolda yürürken başımızı kaldırıp gökyüzüne bakabilmek, bulutların biçimlerini fark etmek, bir ağacın yapraklarının rüzgârla titrediğini görebilmektir. İşe giderken yol kenarlarındaki çiçeklerin açışını, tarlalardaki başakların boy vermesini fark edebilmektir. Bazen de bir dostla konuşurken sadece sözlerini değil, gözlerindeki anlamı, ses tonundaki duyguyu dinleyebilmektir. Çünkü zamanın yavaşladığı, hatta durduğu tek yer, insanın gerçekten fark ettiği ve yaşadığı anlardır. Bir gün batımını izlerken gökyüzünün her an değişen renklerini seyretmek, ertesi gün aynı tonların asla tekrarlanmayacağını bilmek… Bir çocuğun kahkahasında hayatın saf neşesini duymak… Sevdiğimiz birinin ellerine dokunduğumuzda o sıcaklıkla anın içine kök salmak… İşte bütün bu küçük farkındalıklar zamanı ağırlaştırır, saniyeleri genişletir, dakikaları bir ömre dönüştürür.

Zamanı yakalamak değil, onunla uyum içinde olmak gerekir. Onun hızına yetişmeye çalıştıkça daha da yoruluruz. Oysa varlığını kabul edip akışına bıraktığımızda, hayat daha anlaşılır, daha yaşanabilir hâle gelir. Belki de asıl mesele, zamanı rakip görmekten vazgeçmektir. Çünkü zaman düşmanımız değildir; aksine, yol boyunca bize eşlik eden bir yol arkadaşıdır. Onu karşımıza alıp savaşmak yerine, yanında yürümeyi öğrendiğimizde gerçek yaşam başlar. Zamanın hızını kabul etmek, aslında yaşamı kabullenmek demektir. Ölçülemeyen, dizginlenemeyen, geri döndürülemeyen tek şeyin zaman olduğunu bilmek, insana hem bir hüzün hem de bir bilgelik verir. Hüzünlüdür çünkü kaybettiklerimizi geri getiremeyiz. Ama aynı zamanda bilgelik getirir çünkü elimizde olan tek şeyin “şimdi” olduğunu hatırlatır. Gelecek belirsizdir, geçmiş geri dönmez; insanın tek sermayesi, tam da içinde bulunduğu andır. İşte bu yüzden, zamanı yakalamaya çalışmak yerine onunla dost olmayı öğrenmek gerekir. Anların kıymetini bilmek, yaşarken farkına varmak, küçük şeylerde huzuru bulmak… Zaman hızla geçip giden bir nehir olabilir; ama biz o nehrin kenarında durup suyun akışını seyrettiğimizde, akışın kendisi bile bir huzur kaynağına dönüşür. Bir gün daha geçer, takvimden bir yaprak daha kopar. Ama geriye dönüp baktığımızda zihnimizde kalanlar, o telaşla geçen günler değil; gerçekten yaşadığımız, farkına vardığımız, kalbimize işleyen anlardır. Çünkü insan, zamanı kovalamayı bıraktığında, işte o zaman gerçekten yaşamaya başlar.

Gün Sazak Göktürk

Bozkır II

Bir yol hikayesidir şu bozkır

Güneş her yanımızda,

Ay saklanmış Gün ışığının şavkında

Kuşlar mı bizim önümüzdeydi biz mi kuşları takip ediyorduk.

Her bir yandaydı gök ırmaklarının kıyıları,

Ne çok harman var sağımızda solumuzda dalgalar gibi.

Kuşlar, geçip gidiyor sıcak harmanların üzerinden,

Şu yamaca öte kurulmuş mezarlıkta,

Sarsılan toprağın bağrından fışkıran suyla serinlemeye.

İçime doluşan nal seslerine kulak kesiliyorum,

Az ilerde Büyüleyici çiçek tarlalarında soluk soluğa taylar.

Uzağa daha da uzağa yol alan

Çatlarcasına, berrak kızıl tüylerinde kan ter olan

Soluk soluğa, yakuttan kanatlı atlarla yarışırcasına

Sonsuza yol alırcasına kuzeye daha da uzağa

Bir anka kuşunu inkâr edercesine süratli

Dörtnala koşan yılkı, yükünde rüzgar,

Bozkır bir nefeste aşıp gidercesine

Yoldaş bir can olur

Harman yerlerinde hayalleri savrulan türkmen gelinine.

Ay güneşi kovalar

Irgalanır bozkır karanlıkta,

Kirlenen bir karanlık olur yüzüm,

İçimde sesi kısılır merhametin,

Şehvetli kadife mavi gök kararır

Ve Anadan toprağa uzanan bu yol

Çatlayıp ölen bir atın kalbinde son bulur.

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]

Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:18
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.