Bu haftaki "Dur ve Düşün" köşemizde, her bireyin kendi yaşamında adalet duygusunu nasıl canlı tutabileceğini birlikte sorgulamak istiyoruz.

Değerli okuyucularım, adalet; hem bireysel hem de toplumsal hayatın en temel yapı taşlarından biridir. Hakkın gözetilmesi, haklının korunması ve haksızlığa karşı durulması, adaletin özünü oluşturur. Ne var ki günümüzde birçok kişi, adaleti yalnızca mahkeme salonlarında aramaktadır. Oysa adalet, sadece yasalarla sınırlı bir kavram değil; kalplerde, vicdanlarda filizlenen bir değerdir. Adaletle yoğrulmuş bir toplum, güvenin, barışın ve huzurun temelleri üzerine inşa edilir. Bu yüzden her bireyin kendi hayatında adaleti gözetmesi, toplumsal adaletin en önemli başlangıç noktasıdır.

Adaletin en etkileyici örneklerinden biri, İslam tarihinde "Adalet timsali" olarak anılan Hz. Ömer’in hayatında karşımıza çıkar. Onun halifeliği döneminde kurduğu düzen, sadece Müslümanların değil, farklı din ve toplumlardan insanların da güven duyduğu bir yönetim modeli olmuştur. Hz. Ömer’in adalet anlayışı, makamın değil hakkın üstün tutulduğu, güçlünün değil haklının korunduğu bir yaklaşımı temsil eder.

Rivayet edilir ki bir gün bir adam, yaşadığı bir haksızlığı dile getirmek üzere Hz. Ömer’in huzuruna çıkar. Karşısında sade kıyafetli, mütevazı bir adam görünce onun halife olduğunu anlamakta zorlanır. Hz. Ömer, halktan biri gibi yaşar, onların arasında oturur, onların derdiyle dertlenirdi. Adaleti sadece başkalarına değil, kendi nefsine karşı da uygulayan bir kişilikti. Öyle ki, bir davada kendi oğlunu bile suçluysa cezalandırmaktan çekinmezdi. O meşhur sözü, adalet anlayışının derinliğini gözler önüne serer:

"Dicle kenarında bir koyun kaybolsa, Allah bunun hesabını benden sorar."

Bu söz, bir yöneticinin sadece insanlara değil, bütün yaratılmışa karşı taşıdığı adalet sorumluluğunu tarif eder.

Peki, bizler bugün adaleti nasıl yaşıyoruz? Bir hata gördüğümüzde sessiz mi kalıyoruz?

Güçlünün yanında olmak kolay gelirken, haklının yanında durmak cesaret mi istiyor?

Adalet, yalnızca mahkemelerin konusu mudur; yoksa trafikte yol vermekten tutun da, sınıfta bir öğrenciyi haksız yere azarlamamaya kadar, hayatın her anında karşımıza çıkan bir sınav mıdır?

Ne yazık ki çağımızda adalet, çoğu zaman haklıya değil, güçlüye yakın duran bir kavram hâline geliyor. Oysa bizler, adaleti hayatımızın merkezine koymadan ne bireysel huzura kavuşabiliriz ne de toplumsal barışı tesis edebiliriz. Evimizde, iş yerimizde, okulda, sokakta... Nerede olursak olalım; doğruyu savunmak, haksızlığa karşı durmak, eşitliği gözetmek bizim insanlık görevimizdir. Çünkü adalet, önce insanın vicdanında başlar, sonra toplumu sarar.

Adalet, yalnızca yöneticilerin ya da hukuk sisteminin omuzlarında taşınacak bir yük değildir. Her birey, kendi hayatında adil davranmakla sorumludur. Komşusuna adil olmayan, iş yerinde çalışanını hiçe sayan, insanlar arasında ayrım yapan biri; farkında olmadan adaletsizliğin sessiz ortağı hâline gelir. Oysa toplumsal adalet, bireylerin vicdanıyla başlar.

Unutmayalım ki adalet, güçlülerin değil, haklıların yanında yer aldığında gerçek anlamına kavuşur. Ve yine unutmayalım ki adalet, vicdanda başlar; oradan eve, sokağa, kuruma ve topluma yayılır. Bugün şu soruyu kendimize soralım;   “Ben, kendi yaşamımda adaletin sesi olabiliyor muyum?” Çünkü adalet, başkalarından beklediğimiz değil; önce kendimizde inşa etmemiz gereken en yüce değerdir. Dursun MÜLAZIMOĞLU