Masallar, çocukları eğlendirmekten çok, toplumun hangi davranışları onaylayıp hangilerini cezalandırdığını öğretir. Bu yüzden masum değildirler. Kırmızı Ayakkabılı Kız masalı da tam olarak bu işlevi görür: Kız çocuklarına arzularının, seçimlerinin ve görünür olma isteklerinin bir bedeli olduğunu fısıldar. Hikaye ilk bakışta basittir. Yas tutması gereken bir kız, kırmızı ayakkabılar giyer ve bu “yanlış” tercih yüzünden durmaksızın dans etmeye mahkum edilir. Masal, ahlaki dersini açıkça verir: Kurallara uymayan kız cezalandırılır. Ancak masalların gerçek gücü, öğüt verdikleri yerde değil; kontrol altına almaya çalıştıkları yerde saklıdır.
Kırmızı ayakkabılar, bu masalda yalnızca dikkat çekici bir ayrıntı değildir. Kırmızı, tarih boyunca arzunun, tutkunun, canlılığın ve tehlikenin rengi olmuştur. Ayakkabı ise yol, yön ve hareket demektir. Bir araya geldiklerinde ortaya çıkan şey şudur: Kızın kendi yolunu seçme isteği. Masalın rahatsız olduğu tam olarak budur. Kızın dans etmesi değil; dans etmeyi kendisi için seçmesidir. Bu yüzden masal, kızı durdurmaz. Onu eve kapatmaz, sessizleştirmez. Daha incelikli bir ceza verir: Sürekli hareket. Duramamak. Dinlenememek. Karar verememek. Bu, özgürlüğe benzeyen ama özgürlük olmayan bir cezadır. Kız görünürdür ama kontrol altındadır. Hareket halindedir ama iradesizdir. Bu anlatı biçimi bugün hala son derece tanıdıktır. Toplum, arzusu olan kadını doğrudan yasaklamaktan çok, onu yormayı tercih eder. Fazla isteyen kadın “hırslı”, ses çıkaran kadın “uyumsuz”, görünür olan kadın “rahatsız edici” bulunur. Açık bir yasak yoktur ama sürekli bir baskı vardır. Masal değişir, dil modernleşir; fakat yöntem aynıdır.
Masalda dikkat çeken bir diğer nokta, kızın yalnızlığıdır. Hikayede onu kurtaran bir figür yoktur. Erkek kahraman gelmez, büyü bozulmaz. Kız, kendi seçiminin cezasını tek başına taşır. Bu da masalın en sert mesajıdır: Seçim yapan kız yalnız kalır. Toplum, bu mesajı yüzyıllardır tekrarlar. “İstiyorsan bedelini ödersin” der. Bedelin adı çoğu zaman yalnızlıktır. Bugün kırmızı ayakkabılar masallarda kalmış gibi görünse de aslında gündelik hayatın içindedir. Giymek isteyip vazgeçtiğimiz cümlelerde, geri adım attığımız hayallerde, “yanlış anlaşılır” korkusuyla bastırdığımız heveslerde. Masallar çocukluğumuzu terk etmez; sadece şekil değiştirir. Ve biz büyüdükçe, onları içselleştiririz. Belki de bu yüzden Kırmızı Ayakkabılı Kız’ı en iyi yetişkinliğimizde anlarız. Çünkü o ayakkabılar bir noktada hepimizin ayağına gelir. Giyersek ne olacağını biliriz. Yargılanacağımızı, etiketleneceğimizi, yorulacağımızı… Ama yine de içimizde bir yer, dans etmek ister. Kendi ritmiyle, kendi müziğiyle. Artık yeni bir masala ihtiyacımız var. Arzunun terbiye edilmediği, görünür olmanın cezalandırılmadığı, seçmenin yalnızlıkla eş anlamlı olmadığı bir masala. Dans eden kızın susturulmadığı, yorulmaya mahkûm edilmediği bir hikâyeye. Kızların ayakkabılarını değil, yollarını seçebildiği bir anlatıya.
Çünkü mesele kırmızı ayakkabılar değil.
Mesele, toplumun hala kimin ne zaman, nasıl dans edeceğine karar vermek istemesi.