DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Bir Cenaze, Bir Düğün ve Bir Teşekkür
Mustafa Yenice hocayı defnettik. Allah rahmet eylesin, yattığı yer nur olsun. Bir nesli yavaş yavaş uğurluyoruz. Ağır bedeller ödemiş bir nesli. 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, kardeş kavgalarını, iktisadi buhranları, siyasi izzetsizlikleri, saymakla bitiremeyeceğim daha pek çok meseleyi, derdi iliklerine kadar yaşamış bir nesli. Karamsar bir dönem tablosu çizdiğimin farkındayım. Ama hakikat bu. Bu nesilde gördüğüm, bunca gâilenin içinde onları ayakta tutan şey, yarınlara dair büyük umutlar taşıyor olmalarıydı. Bu umutların yeşermesi insanla oluyordu. İnsanı kalbinden yakalayarak oluyordu. Merhum emekli öğretmen Mustafa Yenice hoca da gerek kendi evlatlarını gerekse talebelerini bu şuurla yetiştirmenin gayretini güttü ömrü boyunca. Ve başardı da. Şunun için başardı diyorum: Evlatları da bunca yıldır çeşitli vesilelerle tanıştığım talebeleri de arzu ettiği ve çizmeye çalıştığı iman ve mücadele hattında duruyorlar çünkü. Bu açıdan gönlü ferah gitti ahiret yurduna. Vazifesini bihakkın ifa etti. Ektiği tohumların meyvesini gördü çünkü. Gönlü bu yönüyle ferahtı ama bir başka yönüyle de yaralıydı. Depremde umredeydi hoca. Bir oğlunu, iki gelinini ve dört torununu şehadete uğurladı. Cenazelerine iştirak edemedi. Umreden döndüğünde gördük ki tam bir mümin vakarı kuşanmıştı. Ağır yaralıydı ama hissettirmiyordu. “O verdi, o aldı; O’ndan geldik, O’na döneceğiz” dedi. Mümin vakarı her halinden belliydi. Yazacak, söyleyecek çok şey var ama yerimiz dar. Hâsılı, sonunda kavuştu canlarına, mekânı cennet olsun.
***
Aziz dostum, şair Ferhat Altun, memleketi Şanlıurfa’da sade ve şiir gibi bir nikah töreniyle dünya evine girdi. Tebrik ediyor, iki cihan saadeti diliyoruz. Bu vesileyle dostlarla birlikte Şanlıurfa’ya gitmek nasip oldu. Bu özel günlerine şahitlik ettik. Hem de peygamberler şehrinde kutlu ziyaretler yaptık. Ferhat Altun, velut bir şair. Şiirde ısrarının meyvelerini özellikle son 4-5 yıldır fazlasıyla görüyoruz. Sağ olsun Garbi Yeli’ne de gönderiyor şiirlerini. Fakat bir merakımız var. Malum, evliliğin şiiri öldürdüğüne dair bir rivayet vardır. Dostlardan bazıları -ki Mustafa Kartal başı çekiyor- Ferhat Altun’un artık şiir yazamayacağı iddiasında. Ben bu fikirde değilim. Ama bazı endişelerim de yok değil. Bakalım, göreceğiz. Ferhat Altun şiire veda edecek mi, etmeyecek mi?
***
Tavsif etmek haddim değil belki ama Kahramanmaraş’ta şiirle, edebiyatla, kültürle, sanatla iştigal edenler bilir. Ali Büyükçapar hoca, ilk gençlik yıllarından bu yana fasılasız bir şekilde sürekli ürünler veren çok kıymetli bir isimdir. Şiirleri, yazıları, kitapları, çıkardığı dergiler ve özellikle de gazete yazılarıyla sürekli sahadadır. Türk yazın hayatına emekleri, ehlinin malumudur. Maraş özelindeki hassasiyeti de en dikkat çeken hususiyetlerinden biridir. Maraş’ın her meselesini -özellikle de kültüre, sanata dair- kendi meselesi bilir ve üzerine dikkatle eğilir. Bir bakarsınız edebiyatçı kimliğiyle bir şairi, bir kitabı, bir dergiyi ele alır yazılarında, bir bakarsınız ilahiyatçı kimliğiyle Allah’ın güzel isimlerinden birini ya da bir sûreyi… Bazen bir vatandaş olarak şehrin ya da ülkenin bir meselesine değinir, tespitler yapar, çözüm önerileri sunar, bazen bir mütefekkir olarak yaşadığımız çağın krizlerine, açmazlarına... Bazen bir muştu paylaşır, bazen bir hatıra. Geçtiğimiz haftaki yazısında da sağolsun “Garbi Yeli Adlı Edebiyat Sayfası Hakkında Bir İki Kelam” serlevhalı bir yazı kaleme alarak bizleri gönüllemiş, teşvik etmiş ve fikirlerini aktarmış. Çok teşekkür ediyoruz. Böyle teşvik ve destekler şevkimizi artırıyor, bizleri daha güçlü kılıyor.
ŞEHİR MEKTUPLARI
mehmet raşit küçükkürtül
o dağın adını biliyor musunuz?
yavşan yaylası’nın bulunduğu dağın adını biliyor musunuz? film yapımcısı, tabiata ve maraş'a sonsuz merakıyla bildiğim arkadaşım mahmut islâm bilir’den öğrendim: yavşan yaylasının bulunduğu dağın adı çimen dağı imiş. çimen dağı’nın eteklerindeki batı köyleri yeni inşa edilen TOKİ konutlarıyla beraber yeni bir havaya bürünüyor. önsen köprüsünün yapılmasıyla beraber kahramanmaraş’ın şehir yapısıyla bu bölge bütünleşmeye başladı. herhalde bu yüzden olacak, işitmişsinizdir, burası yeni bir merkez ilçe olarak teşkil edilecekmiş. maalesef şimdiden “karşıyaka” adıyla bir merkez ilçe oluşturulacağı dillerde dolaşıyor. “karşıyaka” ismi kadar ifadesiz, çağrışımsız, bölgenin coğrafyasına aykırı bir adlandırma olabilir mi? türkiye’de mazıdağı, altındağ gibi ilçe isimleri var. burasının adı da “çimendağı ilçesi” niye olmasın? karşıyaka nerenin karşısı oluyor? bir yerin karşısına düşmekten başka bir müsemması yok mu güzel yerin? [2tem2025çarşamba]
***
karaziyaret mahallesi’nde üç çocuk annesi yoksul bir anne kendisini niye asar? hiçbir açıklama ile ilgilenmek istemiyorum. meselenin ağırlığı kalbimin üstünde dursun. karaziyaret mahallesinden fabrikaya örgüye çalışmaya giden on sekiz yaşındaki çocuk bir otobüs sohbetinin dördüncü beşinci dakikasında babasından, kendisi gibi örgüde çalışan otuz yıllık fabrika işçisi babasının bir kez olsun kendine sarılmadığından bahsediyor. kalbimde bu yakınmasız, gururlu şikayete mukabil bir tek söz yok. çocuğun zaten bir teselliye ihtiyacı yok. ihtiyacı duyduğu şeyler: drift atmaya 46 bin lira ceza yazmayan bir devlet, latincesini telaffuz edemediği o günahı affeden bir tanrı. [27haz2025cuma]
***
1946-47 yıllarında yedek subaylık sebebiyle maraş’ta kalmış bir mimarın çektiği fotoğraflara bakıyorum. bölük pörçük birkaç cümle, kelime de var geride bıraktıkları arasında. yine de bunlara memnun oluyor insan, öyle bir kıtlık ve yokluk içindeyiz ki bunlar bile bir şey ifade ediyor. keşke vaktiyle maraş’ta süheyl ünver’in yaklaşımına ve iş tutma tarzına sahip birisi maraş’ı merak etse maraş’a yönelseydi. fakat işi bir hayli zor olurdu muhtemelen. erdem bayazıt’ın 1958’de “köy edebiyatı” isimli hamle’de çıkan yazısını okuyan var mıdır bilmem, bahsettiğim zorluk o yazıda kendini gösteriyor. zadegandan, münevver bir genç olarak erdem bayazıt, o yıllardaki köye ve köylüye ilginin bir tezahürü galiba, 12 şubat çete bayramı kutlamaları esnasında birkaç köylüden türkü, mani kaydetmek istiyor. neyle karşılaştığını kendi satırlarından okuyalım:
bundan on, on beş gün evvel maraş’ın kurtuluş bayramı idi. köylüleler akın akın inmişlerdi şehre. bir iki yerde çalınan davulun etrafına toplanmış, olanca mutluluklarıyla halay çekiyorlar, halay çekenleri seyrediyorlardı. köylülerimizin şehre gelmelerinden birazcık olsun faydalanabilmek için onlarla konuşmak, dertleşmek istedim. köylüleri iyi tanıyan, onları konuşturmasını bilen bir tanıdıkla aralarına girdik. episiyle konuştuk. o zaman bir kere daha anladım ki köylüler içleri işlenmedik cevherlerle dolu sır küpleriymiş. bir ara, türk dil kurumunun yeni giriştiği derleme işi için mani, koşma, ağıt tarzında bir şeyler derlemek istedim arkadaşım bu işi de başardı. köylülere bu cins şeyler söyletmesini bildi. bilmesine bildi ama söyledikleri türkleri, ağıtları yazmak istediğimizi anlayınca, asırlardır uslarında yer etmiş zihniyet bütün çıplaklığı ile meydana çıktı. bizi polis veya başlarını derde sokacak biri sanarak susuverdiler. gerçeği ne kadar anlatmak istedikse de boşa, “eyvallah” diyen gitti. düşündüm. bir türkü yazdırmanın bile suç olacağından korkan insanları nasıl tanıyabiliriz, nasıl temasa geçebiliriz onlarla? bu vaziyet böyle devam ettikçe bu sır küplerinin kapağını açamayacağız.[8ağu2024perşembe]
Mustafa Cihan Alliş
Tuz Tuzağı
“El-harb Hileh”
Çeşitli soydan, aynı milletten Türk beylikler Gözükara Hafız’ın hesabınca işlenmesiyle bir araya gelip Ruha’da gâvur ordusunun karşısına dikilmişti. Zamanı yavaşlatan temmuz sıcağı ve göz açtırmayan kum kum rüzgarlar iki tarafı da canından bezdirmiş tüm alâmetleri tamamlanan kıyametin bir an önce kopmasını ister hâle getirmişti. Akacak sıcak kanın serinlik vereceğini düşünenler bile oluyordu. İslam ordusu beklenenin dışında şafak vakti sadece biraz hareketlenip gürültü çıkarmış fakat tam savaş düzeni için öğle namazı sonrasını tercih etmişti. Şafaktan beri diken üzerinde bekleyen gâvur komutanları zaten toplama olan bir orduya daha yetişecek olanların olduğunu düşünmüş, dört yana gözcüler ve vur-kaç birlikleri göndermişti.
Namazdan sonra ordu teyakkuz hâline geçmiş, elden ele uzatılan, Gözükara Hafız’ın elleriyle yaptığı toprak testilerle hafif bir tuz tadı olan serin sular içmeye başlamıştı. Mükebbirler: “Şifa niyetine. Bismillah!” diye tekrar edip durdular. Her saf için en sağdan ve en soldan birer testi verilmiş testiler yudum yudum, elden ele gezmiş tekrar başa geldiğinde doldurulup tekrar gönderilmişti. Asker’in haberi yoktu ama bu testiler Gözükara Hafız’ın “bölüşmek” tedrisatının da bir parçasıydı. Haberlerinin olmasına da gerek yoktu, suyun zemzem olması için Gözükara Hafız’dan gelmesi onlara yetiyordu.
İslam ordusunun önünde kendi mücadelelerini unutup düşmanı gözleriyle tartan beylerin arasından terkisinde koca çuvallar olan 3 atlı aheste adımlarla karşı cenaha doğru yola koyuldu. Gözükara Hafız ve iki talebesi düşman komutanlara aldırmadan hayatta kalabildiği savaş adedince er ya da rütbeli her gâvurun işittiği daveti ilan ettiler. Sadece Gözükara Hafız bu daveti ederken “Evlatlarım!” diye hitap ederdi. İslam’a kavuşmamış gençleri henüz büluğa ermemiş, aklı yetmemiş olarak görürdü. Talebeleri de karşı tarafın dilince tercüme eder, aynı coşku, öfke ve şefkat ile daveti iki kez daha iletmiş olurdu.
Davetin ardından çeşitli gâvurcalardan birkaç farklı küfür ve yer yer kahkahalar duyuldu. Talebeleri aksine Gözükara Hafız’ın gözlerindeki kararlılık ve umut yitip gitmedi. Sûkunet sağlandıktan sonra talebeler vaktin geldiğini anlayıp biri sağ yana diğeri sol yana doğru Gözükara Hafız ise tam olarak geriye doğru dönmüş ve hiç acele etmeden dönüşe geçmişti. Birbirlerinden biraz uzaklaşmışlardı ki Gözükara Hafız hançerini çıkarıp terkisindeki çuvalı deldi. Hocalarının “Allah!” dediğini duyan talebeler de çuvallarını delip arkalarında tuz iziyle cenk meydanını olabildiğince geniş bir şekilde sarmaya çalıştılar. Bir talebe sağdan, bir talebe soldan Gözükara Hafız ise ortadan iz bırakarak kendi cenahlarına kadar geldiler. Beylerin tam önünde üç izi birleştirdiler. Düşman, tuzdan yapılma üç çatallı bir mızrağın ucunda kalmıştı.
Beyler, meraklı gözlerle Gözükara Hafız’ı karşılarken bir yandan da tuz izinin berisinde olmaya gayret etmişlerdi. “Süleyman’ın Mührü kaybolunca bu sırlar da yeryüzünü terk etti sanırsınız. Sırlar elden ele hiç beklemediğiniz Mü’minlerin hizmetindedir. Yeter ki yüreğinizde iman olsun. Antakya dolaylarında “Yılancı” nam Taceddin Efendi tuzu okudu mu o tuz tuz olmaktan çıkar; yılan, akrep ve haşerat için bir eziyete dönüşür ki gözümüzle görmesek biz de inanmakta zorlanırdık. Fakat inkâr etmezdik. Bu tuzu iman edip besmele ile yalayanı bir sene yılan akrep görmez olur. Bağının, bahçenin, evinin etrafına döküp bir yeri açık bırakırsan bütün zehirli hayvanat orayı terk eder. Bizim yaptığımız gibi cenk meydanına döken oldu mu bilen yok. Amma yüreğiniz yanınızda, zikriniz dilinizde olsun. Allah Kerîm’dir.” diyerek tuzlu suyundan içmemiş olma ihtimallerine karşı çuvalda kalan tuzu avuçlayıp sırayla beylere ikram etti Gözükara Hafız.
Farklı bölgelerden gelen birliklere önceden haber salınmış, 7 yörenin yılanları akrepleri çuvallara, fıçılara doldurulup getirilmişti. Gözükara Hafız’ın işaretiyle tüm kımıl kımıl çuvallar ve tıkırtılı fıçılar beylerin hizasında ordunun önüne dizilmişti. Beyler, talebeler, askerler ve Gözükara Hafız araziyi izlemeye koyulmuştu. Kimseden ses çıkmıyor, yere damlayan ter damlaları anında buharlaşıyordu. Arazinin önce bir köşesinden sonra başka bir tarafından sonra art arda her yerden çıkıp üzerini sirkeleyen akrepler ve çiyanlar, usulca çıkıp hızlıca çıkış arayan yılanlar görünür oldu. Gözükara Hafız’ın ortadan çizdiği tuz hattı sayesinde sağa sola savrulmak yerine gayrimüslim askerlerin üzerine yöneldiler. “Allahuekber!” nidası atan Gözükara Hafız ilk fıçıyı tuz izinin içine doğru devirdi. Hep bir ağızdan tekbir sesleri ile diğer fıçılar da devrilip çuvallar açıldı. Renk renk engerekler, ok yılanları, sarı yılanlar, boynuzlu, çıngıraklı, alacalı, küçük büyük binlerce yılan; kıskaçları birbirinden farklı her boyuttan her renkten akrep ve çıyan birbirlerine bile dolanmadan gâvur ordusunun üzerine doğru çıldırmışçasına ilerliyordu. Neye uğradığını, kiminle ne için savaştığını unutan büyük oranda ağır zırhlı askerler nereye kaçacağını şaşırmış, birbirlerine çarpmaya, yerde yuvarlanmaya başlamıştı. Can havliyle üzerindeki süvarileri, şövalyeleri oraya buraya fırlatan atlar, altına almaya çalıştığı akreplerle mücadele ederken birçok askeri yaralamıştı. Cenk meydanı olması gereken arazide hareketlilik azalırken beylerin komutasındaki Türk ordusu 3 kısma ayrılmış sağ ve sol cenahlar tuz alanının dışından harekete geçmişti bile. Hızla giderken en iç tarafta kalan askerler tuz izini de dağıtarak ilerliyor ve orta kısmın emniyette ilerlemesini sağlamaya çalışıyorlardı. Sağ ve sol cenahlar yolu yarılayınca orta kısım da “Allah! Allah!” nidaları ile düşmanın üzerine doğru yürümeye başladı.
Sibel Kök
Ahmet Abi'ye Hal Beyanı
"Ufak taşınan da uy amman amman bina yapılmaz
Valla bir ben ölmeyinen gardaş Maraş yıkılmaz"
Göğsümüzde büyüttüğümüz
Birin beşin değil
Bir şehrin ağrısı.
Camilerin, kümbetlerin, türbelerin,
"Yasin okunan, tütsü tüten" çarşıların ağrısı.
Bin yıl ayakta kalmış
Bir gecede tarumar olmuş bahçelerin,
Sokakların ve evlerin çocuk sesleriyle dolu
Bir tarihin ağrısı Ahmet Abi.
Bin miligramlık türkülerden geçer gibi
Geçtik buyurgan çehresinden ölümün.
Dağılan bir şenlik vardı o gece, gördük
Ziyan olan bir halk.
Kadınlar gördük yazgısının telaşında
Boynumuza vebal diye astık.
Çiçeğe durmuş her civan bakışı
Toprağa gömdük
Başka diyarlarda boy versin diye fidanlarımızı.
Sonra döndük yönümüzü can havliyle
Yaşamak denen o görklü sanrıya.
Hüzün zırhını kuşandık dost sünneti bilip.
Ellerimiz, gözlerimiz, yarım kalmış sözlerimiz
Gölge olup sızdı yorgun ikindilerinden şehrin.
Avuttuk kendimizi kanayan kelimelerle
Bu tekinsiz gurbet
Bu uğrun ağrı
Elbet bir gün biter diye.
Elbet bir gün
Gezinir dostlarımızın şehadetle yunan yüzü
Mahcup ve kederli yüzümüzde.
Samet Yurttaş
Bozkır İçten İçe Yanan Yüreğidir Gurbetin
Ben bozkırın
Kışın diş çıkartan sancısını bilirim.
Yaz sıcağında
Şıpır şıpır ter damıtan
Gökyüzünü bilirim.
Ben bozkırı bilirim
O içten içe yanan yüreğidir gurbetin.
Ben bozkırın
Tandırı alevlendiren ayrık otlarını bilirim.
Taze yufka kokusu tüter gözlerimde.
İlkbaharda rüzgârla saçları savrulan
Çayırları bilirim
Gözyaşlarıdır onlar türkülerin.
Ben bozkırı bilirim
O içten içe yanan yüreğidir gurbetin.
Sonbaharda sararan ve dökülen
Kavak yapraklarını bilirim
Onlar bozkırın uyku vaktidir.
Uğuldayan derenin sesini bilirim
O bozkırın ninnisidir.
Ben bozkırı bilirim
O içten içe yanan yüreğidir gurbetin.
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:3
Her hafta Cuma günü yayımlanır.