Whatsapp Görsel 2025 12 18 Saat 15.05.51 Af419403

DÖŞ CEBİ

Mehmet Yaşar

Ateşîn Bir Tarih Aşığı: Ord. Prof. Mükrimin Halil YİNANÇ

İsmine ilk defa lise yıllarımda Atsız’ın kitaplarında denk gelmiştim. Atsız, “korkunç hafıza” ve “üstat” kelimeleriyle tavsif ve takdim ediyordu bu zâtı. O ki öyle her adama üstat diye hitap etmezdi. Dolayısıyla Mükrimin Halil Yinanç, zihnime, muhakkak bilinmesi gereken kıymetli bir isim olarak kazınmıştı. Sonraları özellikle üniversite yıllarımda okuduğum Dursun Gürlek’in kültür tarihimizle alakalı kitaplarında ve dost meclislerindeki sohbetlerde adına rastladım. Dillere destan hafızası, tarihe vukûfiyeti, okumaya ve kitaplara olan iptilâsı, ilim haysiyetini muhafaza etmedeki hassasiyeti ile yaşadığı dönemin mümtaz şahsiyetlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir Mükrimin Halil Hoca…

İçinden pek çok alim, müderris, kadı, müftü çıkarmış, ilmî gelenekten gelen bir ailenin evladı olarak 1900 yılında, o dönemin idari yapısına göre Halep vilayetine bağlı Maraş Sancağının Elbistan kazasında doğmuştur. Tahsiline kadılık vazifesini yürüten babası Hafız Halil Kâmil Efendi’nin nezaretinde ilk mektebe gitmeyerek evde başlayan Mükrimin Halil, bu dönemde hafızlığını itmam ederken Maraş ve Elbistan’da şer’iyye mahkemesi katipliği yapan müsevvid Mehmed Hayri Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri almıştır. Okul hayatına Elbistan’daki rüştiye ile başlamış, daha sonra babasının vazifesi gereği Malatya, Mardin ve Diyarbakır’da devam etmiştir.

1913’ün sonlarında tedrisatını İstanbul’da devam ettirmek üzere Gelenbevî Sultanîsi/Lisesine kaydolur ve ilk yazılarını, 1915’te son sınıftayken, Ziya Gökalp’ın da yazdığı, hocası Halim Sabit’in (Şibay) çıkardığı İslam Mecmuasında neşreder. Liseden mezun olduğu 1916’da her ne kadar babası Sahn Medresesi’ne gitmesini ve sonra Medresetü’l Mütehassisîn’de tefsir ya da hadis çalışmasını istese de O, kalbinde beslediği tarih ateşini söndürememiş ve babasını ikna ederek İstanbul Darulfünûnu Edebiyat Fakültesi Tarih Şubesine kaydolmuştur

1918’de ihtiyat zabit namzedi olarak askerlik vazifesine başlar. Askerliği 8 ay kadar sürer ve Mülkiye mektebini kazandığı için terhis olur. 1919’da tarih şubesinden 1921’de ise mülkiyeden mezun olur. Bu dönem belki de Hoca’nın hayatında en ıstırab dolu günleri yaşadığı bir dönemdir. Vazife itibariyle Adana’nın Haçin (Saimbeyli) kazasında bulunan babası Kadı Halil Kamil Efendi ve annesi Ayşe Hanım, Ermeni çeteleri tarafında işkenceyle katledilmiştir. Bu elim hadise Hoca’nın kalbine hayatı boyunca kendisini hep hüzne sevk edecek büyük bir keder nakşetmiştir.

Mülkiye’den mezun olduktan sonra çeşitli okullarda tarih hocalığı yaparken 1923’te Türk Tarih Encümeni kütüphane memurluğuna, eski ifadeyle hafız-ı kütüplüğe tayin olmuş ve iki vazifeyi birlikte yürütmüştür. 1925 yılında Maarif Vekâleti tarafından Türk Tarih Encümeni namına ‘Anadolu Tarihi’ ile ilgili eserleri tahkikat, tetkikat ve mümkünse istinsah için Fransa’ya gönderilir. Hoca, Fransa’da bulunduğu 2 yılı aşkın süre zarfında 150’si Arapça, 100’ü Farsça ve 50 kadarı Türkçe lisanla kaleme alınmış yazma ve nadir eseri, bunun yanında Ermeni, Bizans, Latin ve Gürçü tarihçilerinin Fransızcaya tercüme edilmiş vakayinâmelerini birer birer tetkik ve mütâlaa ettiğini aktarır. Burada yaşanan bir hadise ise Hoca’nın, ilminin yanında hafızasıyla da efsaneleşmesine sebep olur. Rivayet odur ki Fransa Milli Kütüphanesi, Fatih dönemi kaynaklarından, Enverî’nin mesnevi tarzında kaleme aldığı ve 3730 beyitten müteşekkil Düsturname isimli eserin istinsahına hiçbir surette müsaade etmemektedir. Hoca da eseri her gün bir parçasını ezberleyerek evinde kayıt altına almış ve Türkiye’ye döndükten bir süre sonra 1928’de Düstûrnâme-i Enverî adıyla neşretmiştir. Daha sonra Düstûrnâme’nin İzmir’de bir başka nüshası bulunup tetkik edilince Hoca’nın mezkûr eseri hatasız bir şekilde istinsah ettiği ortaya çıkmış ve bu hadise dönemin münevverânı arasında dilden dile yayılarak efsaneleşmiş; Hoca bu hadiseden dolayı özellikle dostları arasında hafıza şampiyonu ilan edilmiştir.

1930 yılında Türk Ocakları’nın 6. Kurultayında Türk tarihini tetkik amacıyla 16 kişiden müteşekkil bir heyetin oluşturulması kararlaştırılır ve bu heyete Mükrimin Halil de dahil edilir. Bu heyet 1935 yılında Türk Tarih Kurumu’na dönüşür. Bu yıllarda, Hoca’nın ilmin haysiyetini muhafazadaki hassasiyetini izhar etmesi bakımından örnek teşkil edecek yine ilginç bir hadiseden bahsedilir ki bu hadise de tıpkı Düstûrnâme’deki gibi rivayet içre rivayetler ve mübalağalarla kulaktan kulağa yayılarak efsaneleşmiştir. Hadise temelde Mükrimin Halil Hoca’nın inanmadığı veya ilmî bulmadığı bir mevzuda konuşma yapma vazifesini îfâ etmemek için dişlerini çektirerek konuşamaz raporu almasıdır. Hadise kulaktan kulağa yayılırken çektirilen diş sayısı da 4, 8, 12, 14, 16 gibi sayılara ulaşarak şuyûu vukûunu aşan bir hal alır.

1933’te İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümüne doçent olarak atanan Mükrimin Hoca, 1941’de profesörlük, 1957’de ise alanında dünya çapında bir otorite olarak Orta Çağ ordinaryüs profesörlüğü payesini alır. İkinci Meşrutiyetten Balkan Savaşlarına, Harb-i Umûmî’den İstiklal Harbine, Osmanlı’nın yıkılışından Cumhuriyet’in kuruluşuna geçtiğimiz asrın en önemli hadiselerinin yaşandığı fakat daha çok ıstıraplarla dolu bir döneme şahitliğine genç yaşta menfur bir saldırı ve işkence sonrası katledilen ailesinin acısını da eklersek ne kadar hassas bir kalp taşıdığını tahmin edebileceğimiz Mükrimin Hoca, bu fırtınalı dönemlerin ağırlığını ilmin dingin sahillerinde azim ve gayretle çalışarak hafifletebilmiştir belki de. Lakin 27 Mayıs İhtilali sürecinde yaşanan birtakım hadiseler ve şahit olarak çağrıldığı Yassıada Mahkemelerinde gördüğü muamelenin ağırlığını daha fazla taşıyamamış ve fakültede ders anlattığı bir esnada fenalaşmış ve akabinde 22 Aralık 1961 Cuma sabahı vefat etmiştir.

Hayatını Türk tarihi, kültürü ve irfanına adayan Mükrimin Halil Yinanç Hoca, ömrünü bu uğurda ilimle hizmet ederek geçirmiş, kendisinden sonraki nesillerin yolunu aydınlatacak çalışmalar yaparak kıymetli ürünler vermiş, gerek derslerinde gerekse dost meclislerinde tarihi sevdirmeye ve tarih şuuruyla mücehhez bir nesil yetiştirmeye gayret etmiş mümtaz bir şahsiyettir. Tarihe bir ilmi disiplin, bir meslek mecburiyeti şeklinde değil aşkla bağlı bir âlimdir ki bu hal, kendi ifadesiyle bir ‘hastalık’ şeklindedir. Bu durumu bilen Muallim Cevdet, Mükrimin Hoca için “Âteşin bir tarih aşığı.” diyerek belki de en güzel tespitlerden birini yapmıştır.

Enver Çapar

Kepeneğin Düşleri

​Zihinleri dijital işgale uğrayan günümüz çocukları hala düş kurabiliyor mu acaba? Altında oynadıkları ağaca konan kuşlarla konuşabiliyorlar mı? Değnekten yaptıkları atlarla ve tahta kılıçlarla dört nala uçsuz bucaksız tarlalarda dolaşabiliyorlar mı? Kuşların kanatlarındaki renkli dünyaya dalabiliyorlar mı?.. Çocukluk zengin bir hazine. Dünyaya bulaşmadığı ve saflığı koruduğu için.

​Hayatın sade ve yavaş yaşandığı, her şeyin tabii olduğu dönemler. Bir Anadolu köyü, altmışlı yetmişli yıllar. Yoksulluk, çaresizlik, hasretlik her evde. Küçük yaşta babasını kaybeden bir çocuğun hayal ve gerçek arasında geçen günleri. Görsellerin çok az olduğu kelimelerin hayalleri süslediği zamanlar.

​Hayal, ruhun kanatlanmasıdır bir nevi. İnsanın tabiatına uygun şeyler, hayal kurmasını sağlar. Çocukluk düşleri daha farklı ve renkli olur. Bir ağacın uzayan dalları, bir kuşun bakışı, ocakta yanan ateşin duvara yansıyan gölgesi ve dahası. Hepsi hayal alemine açılan pencerelerdir. Günümüz çocuklarının maalesef tabiatla ve tabii şeylerle ünsiyet kurma imkanları çok kısıtlı. Bu yüzden hayal dünyaları çok dar. Aceleci, sabırsız ve doyumsuz olmaları bundan olsa gerek...

Rahmetli Şükrü Karaca’nın ilk ve tek romanı "Dünyayı Dolduran Kiraz"dan bahsediyorum. Romandan ziyade çocukluk anılarının hikayeleştirilmiş hali de denebilir bu esere. Roman kahramanımızın adını bilmiyoruz. Yalnız bir lakabı var. Bu lakapla geçiyor romanda. Lakabı "Kepenek", kelebeğin yöresel dildeki söyleniş biçimi. "Er, lakabıyla anılır" demiş atalarımız... Sahi eskiden birçok insanın lakabı vardı. Lakaplar insanların mizaç ve davranışlarına göre verilirdi. Hakaret ve aşağılama amacı taşımayan bu lakaptan bazen o kişi rahatsız olsa bile toplumdaki samimiyetin ve muhabbetin bir yansımasıydı bu durum.

​Kepenek, yakasız eski bir önlükle okula başlıyor. Arkadaşları ona şaka yapmak için tahtaya "kelebek" yazıyorlar ve ondan okumasını istiyorlar. Bizimki kelimeyi "kepenek" diye okuyor. Arkadaşları gülüyor, o ise niye güldüklerini bir türlü anlamıyor.

​Eskiden yazın serin yaylalara gidilirdi. Yayla hayatın bir parçasıydı. Yayla türküleri söylenirdi. İnsanlar hayatı ırmak gibi yaşardı o zamanlar. Eşyaya ve mekâna bağlanmazlardı. Yazın yaylalara kışın kışla yerlerine gidilirdi. Hayat sürekli akıp giderdi. Şimdilerde yazın daha sıcak ve bunaltıcı yerlere akın ediyor insanlar. Çok garip! Romanda yaylaya göç ve yayladan dönüş de ayrıntılı olarak işleniyor.

​Kahramanımız kepenek de herkes gibi yaylaya göç ediyor. Çocuk gözüyle yaylaya bakıyor. Mantar toplarken cinlerin ve perilerin kendisini izlediğini sanıp korkuyor. Hemen her köyde yaşanan kız kaçırma olayları, gençlerin köy hayatından ve çobanlıktan sıkılarak şehre kaçmalarının hikayesi çok tanıdık gelen bölümler. Küçük bir Anadolu köyünde yüreğiyle yoldaş olup yaşayan Kepenek'in zengin hayallerine ortak olacaksınız. Yüreğinden, gönlünden geçenleri duyacaksınız. Çocukluğunuza, köyünüze gideceksiniz...

​Sade ve yerli bir dili var eserin. Kelimeler insanı yormuyor. Size anılarını akıcı bir şekilde anlatan birini dinliyormuşsunuz hissi veren bu eser hem çocuklara hem de büyüklere hitap ediyor. 1989 Türkiye Yazarlar Birliği roman ödülüne layık görülen “Dünyayı Dolduran Kiraz” Ötüken Neşriyat tarafından Ocak 2017’de tekrar basıldı. Dünyanızı çocukluk ve saflıkla dolduracak bu eserin müellifine rahmet olsun.

Seda Nur Çetinkaya

Çiçekleri Şimdi Kim Sulayacak?

Haberi aldığım an, zaman içimde bir yerlerde durdu sanki. İnsan, ölüm haberini duyunca önce anlamıyor; kelime kulağa geliyor ama ruh kabullenmiyor. “O mu? Yok artık…” diyorsun, ama sesin bile seni inandıramıyor. Telefon kapandıktan sonra birkaç saniye sessiz kaldım; o sessizlikte, bir insanın aniden çekip gitmesinin bıraktığı boşluğun ilk sarsıntısını hissettim.

Bir süre sonra toparlanıp evine doğru yürüdük. Sokak aynı sokaktı ama o gün daha ağır, daha solgundu. Evin kapısına vardığımızda içeriden hafif bir uğultu geliyordu. Fısıldaşmalar, dualar, kısa kısa ağlayışlar… Gözüm bir süre sonra kapıdan içeri girince önce balkona takıldı.

Balkon…Her zaman çiçeklerle doluydu orası. Onun küçük cenneti. O gün de doluydu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sanki birazdan kapıyı açıp bize gülümseyerek çıkacak, “Bunların suyunu sabah verdim, bugün çok açmışlar,” diyecekmiş gibi… Saksılar, renk renk çiçekler… Sardunyalar, menekşeler, kaktüsler… Bir tanesi yeni tomurcuk bile vermişti. O an içime keskin bir hüzün saplandı; çünkü çiçekler hâlâ hayattaydı, ama onları hayatta tutan kadın artık yoktu. İçeri girdim. Odanın ortasında sessiz bir hüzün vardı. Herkes kendi acısının etrafında küçük bir halka çizmiş, öylece duruyordu. Ama benim aklım hâlâ balkondaydı; o saksıların yalnızlığına takılıp kalmıştım.

Düşündüm: Bir insan gidince, arkasında bıraktığı hayat parçalarına ne olur? Biri diş fırçasını çöpe atar, biri giysilerini toplar… ama çiçekler? Onlar ne çöpe atılabilir ne bırakılabilir. Onlara dokunmak, gidenin nefesine dokunmak gibi gelir insana. Çiçeklerin toprağı hafif kurumuştu. Rüzgâr, yaprakları usulca sallıyordu; “Su isteriz,” der gibi… İşte o an, içimde bir cümle oluştu: “Peki… çiçeklerini şimdi kim sulayacak?”

Bu soru sadece çiçeklere değil, onun ardında bıraktığı bütün hayata sorulmuş bir soruydu. Çiçeklerin suyu, onun yokluğunun ilk fark edilen eksikliğiydi. Çünkü onu tanıyan herkes bilirdi: Bir damla suyu bile aksatmazdı. Bir yaprağı solsa hemen toparlardı. Bir çiçek açsa gün boyu onu seyrederdi. Şimdi o balkon, onun yokluğunu herkesten önce anlamış gibiydi. Belki ailesi bakacak artık. Belki bir komşu, “O çiçekleri ne çok severdi,” deyip su verecek. Belki de çiçeklerden biri başka bir eve taşınacak; bir başka pencerede yaşamaya devam edecek. Böylece onun sevgisi, başka bir ışığın altında yeniden kök salacak.

Ve o an şunu fark ettim: Aslında mesele çiçekleri sulamak değil; bir insanın dünyada bıraktığı zarafeti, şefkati, emeği yaşatmak. Gidenin sevdiğine sahip çıkmak, gidenin sesini dünyada biraz daha tutmak demekti. Sonunda içimde şu cümle kendiliğinden yer etti: “Çiçeklerini, onu kalbinde taşıyanlar sulayacak.”

Mesut Bilginer

Efendimize (SAV)

Habîb-i Hudâ Nûru’l-verâ’sın Efendim

Güneşimizsin Şemsü’d-Duhâ’sın Efendim

Nûr-ı hüsnün Bedrü’d-dücâdır ümmetine

Sâhibü’l-Hücceti ve’s-Sultânsın Efendim

Hem Seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn’sin

Eminü’l Nebiyyü’l-Haremeyn’sin Efendim

Hâtemü'l-Enbiyâ, Mahbûb-ı Kibriyâ’sın

Beşir’sin, Şefîü’l-Müznibîn’sin Efendim

“Selâmü’n kavlen” lutf-ı ilahîdir mümine

Yegâne ekmelü't-tahiyyâtsın Efendim

Cümle mahluk cemâl-i pâkine hayrandır

Mir’ât-ı mücellâ-yı Sübhân’sın Efendim

İns-ü cin bütün âlemler sana râm olur

Resûlu’s-Sakaleynsin, Yâsin’sin Efendim

Sidretü’l- müntehâ-yı Mi’râc-ı güzînde

Çün ‘Kâbe Kavseyni ev ednâ’sın Efendim

Âbid ü Ahmed ü Mahmud u Muhammed’sin

Eslemtu li Rabbi’l âlemin’sin Efendim

Rabbimiz “şatra’l- Mescidi’l-Harâm” buyurdu

İmâmü’l-mescid-i kıbleteynsin Efendim

Dîvâne ümmetliğe layık değil ammâ

Mahşerde melce-i fukarâsın Efendim

Davut Mortaş

Sonbahar Hüzünleri

Sarı yapraklar düşer sessizce,

Rüzgârda savrulur hüzünle.

Ağaçlar titrer, dalında yalnız,

Gökyüzü ağlar, gri bir mevsimde.

Sis çöker sokaklara usul usul,

Adımlar kaybolur, uzak bir yolculuk.

Kuşlar göçer, ardında bir özlem,

Kalır rüzgârda eski bir hatıra.

Yağmur düşer damla damla,

Toprağa düşen her damla bir sır.

Geceler uzar, karanlık çöker,

Gözlerimde bir sonbahar düşü.

Bir fincan çayın buhârında saklı,

Hatıralar ve eski bir şarkı.

Zaman akar, yaprak gibi kırılır,

Sonbahar gelir, ruhumla dans eder.

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]