
DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Gülmek, Bir Halk Gülüyorsa Gülmektir
An olur insan, yüzüne ufacık bir tebessümü dahi yakıştıramaz. Uğrayamaz küçücük bir gülümsemecik dahi; korkar, endişe eder. Ya da uğrasa bile, şöyle bir yoklamak istese bile yüzümüzün kapısını, hemen uzaklaşır oradan, yanlış bir kapıyı çalmanın tedirginliğiyle.
İşte böyle anlarda içimde bir ses yankılanır benim: “Gülemiyorsun ya, gülmek/Bir halk gülüyorsa gülmektir.” Sonra Gemuhluoğlu merhumun meşhur “Dostluk Üzerine” sohbetinde söylediği şu ifadeler düşer peşine bu mısraların: Ben aşksız insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur içindeler…
Eksik olan ne bizde ya da fazla olan ne? Huzur mu, hüzün mü; mutluluk mu, melâl mi? Hangisi eksik ya da hangisi fazla? Düşünüyorum da ecdâdımızdan kalan o koskoca mirastan Anadolu insanına düşen en büyük ve sürekli büyümeye devam eden pay, belki de başkalarının acısını taşıyan o derin yürek payı. Bir yerlerde bir halk ağlıyorsa, dünyanın herhangi bir köşesinde çocukların yüzlerinden gülümseme yitip gitmişse, sevincin de bir şeye benzemiyor kederin de.
Gün oluyor soframızda ekmeğimiz var, oturuyoruz ailemizle, bir kahkaha kopacak gibi oluyor ama boğazımıza takılıyor. Çünkü uzaklarda, mesela Gazze’de, bombaların altında toz toprak içinde kalan küçücük eller geliyor aklımıza. Bayram sabahlarının o tatlı heyecanı ile uykudan uyanması gereken çocukların endişeli gözlerle ve çaresizce ölümü bekleyişleri geliyor gözlerimizin önüne ya da yeryüzünden gökyüzüne uzanan korku dolu çığlıkları geliyor kulaklarımıza. O an anlıyorsun işte: Gülmek sadece sana ait bir eylem değil. Bir halk acı çekiyorsa gülemiyorsun; bir halk gülüyorsa gülmek de ancak o şartla bir anlam taşıyor.
Mesela Doğu Türkistan… Orada yıllardır esaret altında tutulan ve hürriyetine kavuşsa dünyayı huzurlu bir yer haline çevirecek güce sahip kocaman bir tebessüm var. Sessizliğe gömülmüş sokaklar, isimleri fısıltıyla anılan insanlar… Bir anne çocuğunu okula değil, bilinmez bir geleceğe uğurluyor gibi. Bir çocuk, kendi dilini yüksek sesle konuşmaktan çekinirken nasıl kahkaha atsın? Gözleri büyümüş orada çocukların, korkuya alışmış. Gülüşlerinin yerini endişe almış.
O yüzden belki de hep bir tereddütün izi var gülüşlerimizde. Kalbimizde inceden inceye büyüyen bir sızı… Çünkü biliyoruz ki Gazze’de bir çocuk bugün yine annesinin elini tutamadı. Doğu Türkistan’da bir aile geceyi yine tedirginlikle geçirdi. Ve biliyoruz ki insan insanın acısından ayrı düşünülemez.
Ve bütün bunların ortasında Türkiye… Kendi içine kıvrılmış, kendi içinde yorgun. Bir yanda büyük bir tarih, şanlı bir mazi; öte yanda günbegün geleceğe dair umudunu kaybetme tehlikesi… Sürekli gelgitlerle dolu gündemin, tartışmaların arasında bir halkın yüzü soluyor. Herkes yarını düşünüyor ama kimse yarına dair emin konuşamıyor. Sokaklarda bir yorgunluk var; bir “acaba” hâli, bir “ne olacak bu işlerin sonu” sorusu, dillendirilse de dillendirilmese de herkesin kalbinin bir köşesine çökmüş duruyor.
Ama yine de gülmek sadece bir sevincin değil; bir direnmenin, bir geleceğe büyük umutlarla bakabilmenin işareti oluveriyor. Ya da “Biz hâlâ buradayız, hâlâ birbirimize tutunuyoruz, hâlâ iyiliğin mümkün olduğuna ve galip geleceğine inanıyoruz.” demenin bir yolu…
Ve bir gün, Gazze sokaklarında çocuklar bir topun peşinde yeniden koştuğunda, Doğu Türkistan’da anneler çocuklarını korkusuzca okula gönderdiğinde, Türkiye’de insanlar yarınlarından büyük umutlarla söz etmeye başladığında o zaman bizim hep yarım kalan gülüşümüz de tamamlanacak. Çünkü Edip Cansever’in dediği gibi: Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir…
Ömer Yalçınova
Serçe’nin Öykücüsü Ercan Kozanoğlu
Edebiyat programlarda rastladığım yazarlardan biriydi Ercan Kozanoğlu. Her şeyin farkında ama sanki fark ettiği sorunlarla ilgili ümitleri kırılmış, yine de mücadeleyi elden bırakmayan bir hali vardı. Genellikle Alkış dergisi ekibiyle birlikte hareket ederdi. Yer yer çatık gördüğüm kaşlarından, öfkelendiği mevzular olduğunu anlardım.
Kuşağının son örneklerinden diyerek neyi kastediyorum? Maalesef edebiyatla ilgilenen kişilerin genellikle öğretmenlik mesleğiyle iştigal ettiklerini görüyoruz günümüzde. Hatta üniversite öğretim üyeleri arasında bile -mesela ziraat fakültesindekiler- edebiyatla ilgilenene rastlamak zor. Oysa edebiyat doğrudan dilimizle ilgilidir. Ve Türkçeyi herkes kullanıyor. Öyle olunca nasıl ki matematikten anlamak veya internet kullanmak günümüzde artık “olmazsa olmaz”sa, dilimiz Türkçeyi temiz, doğru ve anlaşılır bir şekilde kullanmamız için şiir, roman, masal ve hikâyeyle meşgul olmamız gerekir. Kitap okuyan kişilerin hâl ve hareketlerindeki, sözlerindeki, iş ahlakındaki, memleket meselelerine yaklaşımlarındaki fark da, neyden söz ettiğimizi açık bir şekilde gösterir. Ercan Kozanoğlu kuşağının son şahsiyetlerindendi, çünkü Halkla İlişkiler mezunu olup hayatı boyunca çeşitli Orman müdürlüklerinde çalışmasına rağmen her sohbetinde okumanın ve araştırmanın önemine vurgu yapardı. Ona göre okumak, yazmaktan çok çok önemliydi. Hüseyin Burak Us’un Yitiksöz (Şubat-Mart 2024) dergisinde yayımlanan “Şehrin Sultaniyegâhı” başlıklı yazısından öğrendiğimize göre o, Maraş’ın en çok bu okumadan, araştırmadan yazan, yazar olmadığı halde kendini yazar diye gösteren kişilerinden zayıf kaldığını söylermiş.
Hüseyin Burak’tan bir de Ercan Kozanoğlu’nun şarkıcı yönünü öğreniyoruz. Kendisinin kaleme aldığı biyografisinde tambur ve ud çaldığı da belirtiliyor. Hüseyin Burak’la tanışmaları da tiyatro vesilesiyle olmuş. Öyleyse rahatlıkla Kozanoğlu için sadece edebiyatçı diyemeyiz. O, birçok sanat dalıyla ilgilenmiş, kendince çalışmalarını yürütmüştür. İnsan kendini dertli hissettiğinde kaç kişiyi arayabilir? Hüseyin Burak, Kozanoğlu’nu aradığını belirtir yazısında. Ondan bir şarkı ister. Kozanoğlu da telefonda dahi olsa Hüseyin’i kırmaz, şarkıyı söyler. Bu, çok naif, Kozanoğlu’yla ilgili çok şey anlatan, yürek sızlatıcı bir anıdır. Sahi kaç dostumuz vardır, telefon açıp şu şarkıyı söyler misin bana dediğimizde, bizi kırmayacak, yer ve zaman tanımadan o şarkıyı söyleyecek?
Ercan Kozanoğlu; Kilisli Şevket Bulut, Şanlıurfalı Akif İnan gibi Kahramanmaraşlı sanılan ama aslen Adanalı olan bir yazar. Serçe isimli bir öykü kitabı yayımlanmış. Alkış’ın geçmiş dönem sayılarına da bakmak lazım, Kozanoğlu’nun kitaplaşmamış öykü ve denemeleri var mı diye. Bu arada öykü kitabının isminden yola çıkarak Kozanoğlu’nun edebiyata, insana ve hayata yaklaşımıyla ilgili bir ipucu da yakalanabilir. Çünkü şehir kalabalığı ve hay huyu arasında serçelerin varlığını fark etmek başka bir inceliği gerektirir.
Son söz, ondan “dostum” diye söz eden Hüseyin Burak Us’un; “Yaklaşık yirmi beş yıldır süren dostluğumuzda karşı karşıya geleceğimiz bir meselemiz olmadı. En çok da buna seviniyorum. Sanat dışında dünya görüşlerimiz zıt olmasına rağmen farklılığımız zenginliğimizdir diyerek çeyrek asır sürdü dostluğumuz.”
Seda Nur Çetinkaya
Babamın Mirası
Babamın hayatı, dışarıdan bakınca sıradan bir yaşam gibi görünür belki… Ama içine biraz girdikçe insan anlıyor ki o, sessizce taşınmış koca bir dağ gibi. Ne sızlanmış, ne şikâyet etmiş; ama yaşadıkları, bir insanın ömrüne sığmayacak kadar ağırmış aslında.
Askerliğini tamamlayıp memlekete döndüğü gün, hayatın onu karşılayışı hiç insaflı olmamış. Genç bir adam düşünün; cebinde umut, aklında ailesi… Eve adım atıyor ve dünyası bir anda ayaklarının altından çekiliyor: Babası artık hayatta değil. O an yaşadığı yıkımı kimse tam olarak bilemez, çünkü acısını bağıra bağıra yaşayamamış. Her şeyi sessizce taşıyanlardan, içine gömenlerdenmiş.
Ama hayat ona “bir nefes al yahu” dememiş ki. Acının üzerinden çok geçmeden bu kez hastalık gelip kapısına dayanmış: Verem. O yıllarda verem, bir hastalıktan çok bir kader gibiymiş; özellikle de imkânsızlık içindeki aileler için. Babamın o dönem iki küçük çocuğu varmış. Belki de onu ayakta tutan şey buydu. Kendi canından önce evde bekleyen o gözleri düşünmek…
Adana’da verem hastalarının tedavi gördüğü hastaneye yatırıldığında altmış gün boyunca dört duvar arasında, herkesin umutsuz baktığı bir koğuşta kalmış. Koğuş… Adı bile insanın içine oturuyor. Aynı odada kalan altı hastanın üçü birer birer hayattan kopmuş. Ölümün ayak sesleri öyle yakınmış ki, insan kendi nefesini bile dinlemeye korkarmış. Kapı her açıldığında birilerinin sessizce “yine biri gitti” demesine alışmak zorunda kalmış.
Doktorlar “zor” demiş, hemşireler umut verememiş. Odadaysa ölümle yaşam arasında sıkışıp kalmış bir sessizlik varmış. Ama babam… O, nedense hep içten içe bir yerlerde “bitmedi” demiş. Sessizce savaşmış. Kendini anlatmamış, korkusunu göstermemiş. Belki geceleri içten içe ağlamıştır, belki yalnız hissetmiştir, belki umudu “tüken” diye fısıldamıştır. Ama vazgeçmemiş.
O güç nereden geldi? Yılların yokluğu mu, iki çocuğun yüklediği sorumluluk mu, yoksa Maraşlıların içindeki anlatılmaz inadı mı? Belki hepsi. Belki de sadece yüreği sağlam bir adamdı benim babam.
Hastaneden çıktığında hayata geri dönmüş ama eski babam olarak değil; sınavlarını vermiş, yorgun ama dirençli biri olarak. İnsan bazen ölümü en yakından gördüğünde yaşamayı daha çok öğrenir derler ya… O da öyle olmuş. En küçük şeylere değer vererek, hayatı fazla konuşmadan dolu dolu yaşamış.
Biz çocukken onun sessizliğini anlamazdık, şimdi büyüdükçe o sessizliğin içinde kaç fırtına sakladığını anlıyorum. O konuşmazdı ama yaşadıkları konuşurdu. Onun yüzündeki çizgiler, gözlerindeki derinlik, sesi titremeden kurduğu cümleler hep o günlerin iziydi.
Bazen düşünüyorum, bunca yaşanmışlığın içinden geçen bir adamın kalbi kolay kolay kırılmaz, kolay kolay yorulmaz… Ama babam hem kırılmıştı hem yorulmuştu; sadece bunu kimseye hissettirmeyecek kadar güçlüydü.
Bugün onun hikâyesini anlatırken içimde hem bir sızı hem bir gurur var. Çünkü babam sadece bir hastalıktan kurtulan bir adam değildi; hayatın her darbesine rağmen dimdik duran, pes etmeyen bir omurdu. O yüzden onun hikâyesi benim için bir anı değil; bir miras. İçimde taşıdığım en sessiz, en kıymetli güç.
Enver Çapar
Şehir Yorgunu
Bilerek kanıyorum
Çocukların masum yalanlarına
Belli etmemeye çalışıyorum yine de
Gözlerine bakınca
Aklım yeniliyor kalbime
Dalgınlık ve unutkanlıkla
Numara çekiyorum hayata
Bozuluyor düzeni
Daldan dala konan ruhum
Kuş gibi hafiflemek istiyor
Bir şiir böyle başlıyor
Yalnızlığa çekilip
Yalın kat geceye bürünüp
Üşüsem ama gözlerim ışısa
Sessiz ve serin, kalbe inecek kadar derin
Ses bomlarıyla yaralanan şehirde
Rutin işler arasında
Kendime yer açmak için
Susarak unutturdum adımı
Dünya küçüldü diyorlar
Gözümde hiç büyümedi ki
İletişim de çok hızlanmış belli
Yanı başımızdakinden bi- haberiz
Yoruldum ben, sen devam et
Oturup kendimle dertleşesim var
Ferhat Altun
Yüzümün Sana Dönük Yanı
yüzümün yarısı sana dönüktür
yorgun ve kederlidir diğer yarısı
nehre koşan çocukları
uzaktan seyre dalmak
katmamak kanayan dizlerine
gözlerimden akan yaşı
sonu gelmeyen gelinlerin yası
gibi ölmek gibi dirilmek
ne ölmek ne dirilmek
yüzümün yarısı sana dönüktür
ömrümün sana dönük diğer yarısı
sen ki kadife kokunla cıvıldarsın
temmuzdan bir elbiseyle
esinlersin nevcivan gülleri
son kez duymuştum kokunu
o gün
son kez yürümüştüm
salındığın caddelerde
oysa yürümediğin değmediğin
nefes vermediğin nere yüzümdür
yüzümün yarısı sana dönüktür
yorgun ve ölümlüdür diğer yarısı
sen ki bahçemin
kent yanını yıktın
kurtardın teneşirde yatan yüzümü
Burak Çırak
Neden Mekke’ye Mürekkep Almaya Gitti Dost
Üdebanıza sitem etmeyiniz.
Zira o, dostluk üzerine herkesten ince düşünen bir insandı.
Biz sözü kâğıda dökmekle meşgulken,
o kelâmın nereye düşeceğini düşünürdü.
Her harfin bir vebali,
her kelimenin bir emaneti olduğuna inanırdı.
Ve derdi ki:
“Dosta yazılacak mektup, pazardan alınan mürekkeple yazılmaz;
çünkü dostluk, sıradan bir kâğıda sığmaz.”
O yüzden yola çıktı belki de
Mekke’ye mürekkep almaya gitti.
Çünkü o, kelimenin kutsiyetine inanırdı.
O mürekkep sadece yazmak için değil,
temiz kalmak için de lazımdı insana.
Her damlası bir dua,
her lekesi bir secde gibiydi.
Bir kelime yazarken bile kalbini abdest aldırırdı o.
Ben o vakitler üdebanıza sitem ettim elbet.
Gurbetin, yalnızlığın arasında
bir satır bekledim, gelmedi.
Ama şimdi biliyorum:
Cevap gelmedi çünkü o mektup hâlâ yazılmadı.
O, dostluk mektubunu tamamlayamadı;
çünkü mürekkebi kutsal bir yerden dönüyordu hâlâ.
Belki de dönmedi hiçbir zaman.
Belki de o mürekkep,
şimdi başka bir âlemde kelimelere can veriyor,
bizim göremediğimiz harflerle yazıyor.
Ama inanırım ki,
bir gün biz de o mürekkebin yanına varacağız;
ve o zaman, yarım kalan mektubun sonuna
birlikte noktayı koyacağız.
Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:26
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.