Garbiyeli

DÖŞ CEBİ

Mehmet Yaşar

10. Uluslararası Kahramanmaraş Kitap Fuarından Kısa Notlar…

Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 10.su düzenlenen kitap fuarı, 17-26 Ekim 2025 tarihleri arasında 9 gün boyunca Kafum fuar alanında kitapseverlerle buluştu. Peşinen belirtmek gerekir ki bu önemli ve büyük hizmete katkısı olan her kişi ve kuruma ayrı ayrı teşekkür ederiz. Büyükşehir Belediyesinin aktardığı rakamlara göre 150 yayınevi fuara katılmış, 400 yazar kitaplarını imzalamış ve fuar kapsamında 50 söyleşi programı yapılmış. Neşriyat dünyasının önde gelen yayınevleri fuardaydı evet. Fakat bilmem eksikliği hissedildi mi -ki âcizane bendeniz fazlasıyla bu eksiklikten şekvâcı olanlardanım- Kültür Bakanlığı haricinde kitap neşreden Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlar fuarda yoktu. Kültür Bakanlığı standı da dostlar alışverişte görsün kabilindendi; çeşitliliği zayıftı ve az kitapla katılmışlardı.

Kitap fuarlarının ana hususiyetlerinden biri, yayınevlerinin neşrettikleri kitapları uygun fiyatlarla okuyucunun tabiri caizse ayağına getirmesidir. Tabi hak getire. Kitaplar, yayınevlerinin kendi internet sayfalarında ya da kitap satılan çeşitli internet alışveriş sitelerinde daha ucuza satılıyor. Bazı yayınevleri istisna belki ama genel olarak fiyatlardaki durum arz ettiğim gibi.

Kitap fuarlarının bir diğer özelliği dostları bir araya getirmesidir. Hayat telaşesinden, maişet gailesinden görüşmeye imkan bulamadığımız, özlediğimiz bazı dostlarla buluşmaya, hasret gidermeye vesile oluyor. Hele ki meseleye buradan bakınca çok bereketli bir faaliyettir. Gerçi bendeniz bu yıl arzu ettiğim kadar ziyaret edemedim fuarı. Açılışını takip eden ilk birkaç gün şehir dışındaydım. Döndükten sonra da iş güç, çol çocuk, misafirlik, çeşitli toplantılar derken altıncı günün akşamı ancak yapabildim ilk ziyaretimi. Son gün yaptığım ziyaretle birlikte sadece birkaç defa uğrayabildim maalesef. Ama benim açımdan yine de bereketli geçti. Çeşitli stantlarda dostları ziyaret etme, yeni kitaplarla tanışma, bazı söyleşilere iştirak etme imkanı buldum.

Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi olarak da fuarda yerimizi almıştık bu yıl. TYB standı nice güzide ismin kitaplarını imzalamasına vesile oldu. Mustafa Işık, Enver Çapar, İsmail Göktürk, Hasan Ejderha, Hasan Keklikçi, Nurcihan Kızmaz ve Teyfik Karadaş okuyucularıyla buluşup kitaplarını imzaladılar. Teyfik Karadaş hocaya özel bir teşekkür etmemiz gerekiyor ki fuar boyunca TYB standının yükü onun omuzlarındaydı, sağolsun. Tabi kendisi aynı zamanda “pehlivan” namıyla da anıldığı için bu yükü rahatlıkla sırtladı, emeğine bereket.

Yeni kitaplar dedik… Teyfik Karadaş’ın Yurt Esintileri, Nurcihan Kızmaz’ın Altı Üstü Şiir’i, Mehmet Mortaş’ın Rosshalde’si, Yaşar Şakalar’ın Dağme Cafer Oynasın’ı, Salman Kapanoğlu’nun Girdap’ı, Abdurrahman Döner’in Beş Kapılı Saat’i, Şaban Sözbilici’nin Ökkeş Ede Fıkraları, Haluk Besler’in Kapımdaki Düşman’ı ve Ali Büyükçapar’ın Mülk-i Bekâ’sı deyim yerindeyse dumanı üstünde imzalanan taze kitaplar. Okuyanı bol olsun diyelim.

Fuarların zikredilmeye değer bir yönü de eserlerini okuduğunuz yazar ve şairlerle imza veya söyleşi programları vesilesiyle tanışma ya da sohbet etme imkanı bulmanızdır. Bu kapsamda pek çok isim şehrimizi ziyaret etmiştir. Kimi, kitaplarını imzalamış, kimi de söyleşi yapmıştır. TYB Kahramanmaraş Şubesi olarak fuar kapsamında bir söyleşi programı da biz yaptık. TYB Kurucu ve Şeref Başkanı merhum D. Mehmet Doğan’ın Batılılaşma İhaneti kitabını neşretmesinin 50. yılı münasebetiyle “Yayımlanmasının 50. Yılında Batılılaşma İhanetini Yeniden Okumak” başlıklı programa konuşmacı olarak TYB Gaziantep Şube Başkanı, GAÜN Felsefe Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Sabri Genç katıldı. Türkiye’de 50 yıldır en çok baskı yapan kitaplardan biri olan bu eseri yeniden konuşmak bir hafıza tazelemesine vesile oldu. Programı tertip eden TYB Kahramanmaraş Şube Başkanımız Enver Çapar’a ve ev sahipliği yapan Yedi Hilal Derneği yetkililerine teşekkür ederiz.

Özetle bu yıl 10.su yapılan Kitap Fuarı, şehrimizin kültür-sanat gündemi adına yine hareketli ve bereketli geçti. Emeği geçenlerin eline sağlık.

Sibel Kurt Daşoluk

Kendine Konuşmak

“Nasılsın?” diye sorarız. “İyiyim” deriz. İkisi de yorgun kelimeler gibi düşer dudaklarımızdan. Ne sorarken ne cevap verirken samimiyizdir. Gerçek bir cevap, bir yük getirir çünkü. Kendimizi anlatmak, yorgunluğumuzun en derin çizgilerini açığa çıkarmak demektir. Yani yorgun olduğumuz için, yorgunuz diyemeyiz. Zaten kimse de dinleyecek zamanı bulamaz; herkes kendi yüküyle meşguldür. “İyiyim” bir zırhtır; arkasındaki çürümeyi kimse görmesin isteriz.

Oysa cesaret gerek, biraz. Başkalarına olmasa da kendimize, neden iyi olmadığımızı anlatmalıyız. Kendinle konuşmak, bilmediğimiz bir terapi gibidir. Çocukken öğretilmez bize bu; başkalarıyla konuşmayı biliriz ama kendimizle konuşmayı değil. Oysa en çok kendimizi tanıdığımızı sanırken, en çok kendimize yabancıyızdır.

Bazen her şey yolunda görünür, ama içimizde bir boşluk vardır. Kimileri buna “var oluş sancısı” der. İçimizdeki o boşluk, sanki biri çocukken elinden tutup bir yere götürmeyi unutmuş gibi, hep orada bekler. İnsan buna rağmen işe gider, kahve içer, çamaşır asar, turşu kurar. Ve o sıradan anlarda bile bir şey sızlar bazen, ama alışırız, çünkü alışmak en büyük savunma mekanizmamız.

Yorgunluğun garip bir huyu vardır: İnsan alışır. Başta isyan eder, sonra sadece “neyse” der. “Neyse”… Her şeyi geçiştiren, erteleyen, susturan kelime. En çok onu kullanıyoruz. Bir de “boşver”i… Sözcükler bile yorulur bizde Yoruldular. Neyse… Boşver…

Bunca şeyi söyledikten sonra, “Hadi biraz da gülelim.” desek çok mu samimiyetsiz oluruz? Çünkü bazen en iyi felsefe, bir gülüşün içinden sızabilir dünyaya. Mutsuzluk varsa, mutluluk da vardır; kederin yanı başında neşe, hastalığın yanı başında sağlık vardır. Hayal kurmanın yanında hayal kırıklıkları vardır. Kazanmak varsa, kaybetmek de vardır. Yaşam mevsimler gibidir, kışı da yazı da vardır.

Hadi biraz kaçalım, uzaklara değil ama; kendimize.

Gün Sazak Göktürk

Denemeler

I. Esmer tenli Hüzün ve sonbahar

Toprağın Belleği ve Adamın Hüznü

Kırk yaş, ne bir fırtınanın coşkunluğu ne de sakin bir limanın rehaveti; daha çok, bozkırda bir ikindi, keskin bir kızıllıkla inen o buruk histi.

Muska diye taşıdığımız hüznü ne zamandır taşıdığımızı hatırlamıyoruz bile. Belki de çocukluğumuzda toprağa düşen her damla yağmurla birlikte sızmıştı ruhumuza. Şimdi, avşar ellerinin göç yorgunu bir dağın yamacında, poyrazın kavurduğu, taşların dile geldiği bu topraklarda, yüzümüzdeki her çizgi, bir kez daha okuduğumuz eski kitapların sigara dumanıyla sararmış ve kurumuş sayfaları gibiydi.

Bu mümbit Anadolu toprağı, sadece buğday vermedi; beklemeyi, sabrı ve kaybetmeyi de öğretti. Adamın hüznü, toprağın dört mevsimine sinmiş, ne baharlarla yeşeren ne de kışla buz tutan, bir renkti; tıpkı eski bir türküde ağıt gibi, coşku gibi, dinledikçe insanı usulca sarıp öldüren şehvet gibiydi. Kar, boran görünce açan bir çiçek gibiydi hayat bize hep.

“Bilmiyorum ne haldayım, Gidiyorum gündüz gece”

II. Aşkın Betimlemesi:

Bozkır güzeli Sevgili

Sevgili, o hüzünlü resmin orta yerinde, bir çınar ağacının gölgesinde saklı kalmış, bozkırın sarı sıcağında serin kalmayı başarmış berrak bir ırmak. Ne şehirlerin cilasına, ne parlayan o yaldızlı hayatların esiri olmuş, ne de telaşıyla akıp giden zamanın eteğine yapışmış, sıcak, buruk ve dinlendirici. Gözleri, doğup büyüdüğü köyün eteklerindeki bahar. Saçları kır çiçekleri gibi her dem yakıcı her dem taze, seyreyle bir ikindi yağmuru yağsın da gör beni dercesine.

Parmak uçları, toprağın çatlaklarını, alın yazısının çizgilerini değil, yalnızca güneşle ısınmış tenin yumuşaklığında cennetin bir yansımasını hissettiriyordu. Hayatın hızlı aktığına dair inancın yitirildiği o mevki ancak sevgilinin yanıydı. Anadolu’nun ağırbaşlılığıyla yoğrulmuş, iki yorgun ruhun birbirine sığınmasıydı Sevgilinin sesi.

Uzaklardan gelen, sazın telleri arasında hapsolmuş bir ağıtın yeniden hayat bulmuş haliydi;

“Hilâl ebrulerin, ahu gözlerin, Tiğ-i sevda ile yareler beni.”

III. Aşk ve Toprak Arasındaki Sızı

Anadolu’da Aşk, her an bir vedaya hazır, erken solan bir baharın betimlemesi gibidir, hem bir şükürdür hem de bir sızıdır. Toprağa ekilen her tohum gibi, yeşermesi mutlak, ama koparılması kaçınılmaz bir acı vadeden bir sızı...

Mutluluksa, kapıdan girmeden önce, kaç kapıdan geçtiğini fısıldar bu topraklarda. Buralarda saçlarından öperek uyandırılan bir çocuk değildir mutluluk. Buralarda Fecirde, kara kavruk yüzün bozkırı işleyip bereketlendirmesi gibi bir şeydir aşk. Toprağın ve kanın bir olup tan yeri ağarmadan açtırdığı bir güldür aşk bu diyarlarda. Efendilerin karanlığına inat suların sızlaması gibi, inançla söylediği bir türküdür aşk…

“Bedenimde değil, ruhumda sızı, oy oy”

Keskin bir kızıllıktı aşk, hüznün yokuşunda,

Ne deli tayların coşkusu ne de hızlı bir denizdi.

Gözlerin, o bozkırın ortasında bir bahar,

Yıllar, bir dağın gölgesi gibi uzarken içimizde,

Sen, toprağın sırrını bilen o usta.

Ben, avucunda titreyen, erkenden solan bir alaz.

Bir çınar yaprağı gibi titrerdi tende, fani cihan.

Yanımızda nefesini tutar gibiydi, zaman.

Anadolu’da her şiir bir vedayı yutar,

Hüznün, seninle birlikte bir kaval sesi olur,

Taşa, suya, rüzgara karışır, kaybolur.

Çünkü bu toprak, ne sevmeyi ne de ağıtı unutturur.

Burak Çırak

Mekke’ye Mürekkep Almaya Giden Dost

Ahmet ağabeyim,

Gurbet elinden, Erciyes’in ayazından, Kayseri’den yazıyorum.

Askerlik gurbeti, dükkân özlemi aklımı başımdan aldı.

Burada yazıhane diye bir yerde görev verdiler ağabey.

Kutu gibi odada, sıcakta terleye terleye çalışıyorum,

6 saat nöbet tutuyorum asker azlığından.

Şikâyet etmek haddime değil ama “üdebanızı” bundan 2-3 ay önce,

Uzun zaman oldu, hatırlamıyorum tam tarihi,

Aradığımda mesaj yoluyla “yol halindeyim edem” diye haber etmişti.

Sonra zatından bir daha ses seda alamadım.

Dediler ki: “Mekke’ye mürekkep almaya gitti.”

Ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilemem.

Bayramda da aradım, yine ulaşamadım.

Geri dönüş de olmadı.

Galiba dost kervanından kovuldum Ahmet ağabeyim.

Üdebanızdan haber almak için de sana bu mektubu yazıyorum.

Mektuba ithafen;

Ve bu mektubun tekrardan hatıra gelmesi,

Aç karnına içilen tütün gibi,

Bir dutun gölgesinde içilen tütün gibi…

Ahmet ağabey,

Sen uzak diyarlarda bir dutluk oldun;

Biz ise bu dünya içinde aleni bir tutukluk olduk.

Mekke’ye mürekkep almaya giden dost geldi,

Demli türküsüyle bir dost gitti.

Bir tercüman senin kervanına katıldı,

Deli dost, derviş dost da katıldı, Ahmet ağabey.

Ruhunla yazıldı satırlarımız,

Sesinle yankılandı türkülerimiz.

Biz kaldık bu dünya gurbetinde,

Sen vardın hakikat yurduna…

Sibel Kök

Kimsenin Bilmediği

Oysa burada

Vaktin ve lekelenmiş kelimelerin ortasında

Ellerindir kaçtığım can havliyle, yağmur değil

Eylül'ü bir bıçak gibi saplayan gövdeme

Gözlerindir keskin ve nemli, mevsim değil

Bir hayat bıraktım sana hiç yaşanmamış

Büyüt onu göğsünün aşkla çağıldayan yanında

Ki ben senden uzakta

Ki ben bozkıra küskün atlarla yarışta

Yorulmuşum yalan yok

Ayaklarımda demir çarık

Ellerimde diken asa

Curasından taşan ağıtla bir dengbejin

Düş yormuşum

Ağır aksak adımlar tutturmuşum

Savruk ve yılgın

Yalnız sesine mahrem bir ad bırakmışım

Hoyrat dillerde kalmasın diye adım

Sakla onu kimsenin bilmediği sağalmaz yaralarda

Ki ben senden uzakta

Ki ben şiirine kırgın şairin unuttuğu o eksik mısrada

Kalakalmayı görkemli bir avuntu saymışım

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]

Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:20
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.