DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Yoldaki Kalemler
Sükûtun İçinden Göğe Yükselen Bir Ses: Sibel Kök Şiiri
Her şairin kelimelerle kurduğu bir yurt ya da bir sığınak vardır. Kimi bu sığınağı dış dünyanın hayhuyundan kaçmak için inşa eder, kimi ise kendi içindeki fırtınaları orada dinginleştirmek için. Sibel Kök’ün şiirleri, bu iki hâli birden taşır sanki. Onun mısralarında hem dış dünyanın riyâkâr yüzüne karşı bir direniş, hem de iç âlemin en kırılgan yanlarını açığa çıkaran bir samimiyet vardır.
Bir edebiyat öğretmenidir Sibel Kök. İşi gücü kelimelerledir yani. Kelimeler ki edebince, erkânınca diziliverirler onun şiirlerinde. Kimi modern dünyanın yıkıcılığına karşı insanın özünü muhafaza eden o muhkem kalenin bir parçasıdır, kimi ye’se düşen bir kalpte umut filizleri açtıran bir can suyu, kimi zulmün iki kaşının ortasından girmeyi bekleyen bir kurşun, kimi dostun nice yükler binmiş sırtını hafifleten bir çift el, kimi teselli, kimi hüzün… Her kelime bilir vazifesini. Yoldaki Kalemler’den Garbi Yeli’ne, Evelahir’den Berdücesi’ne nice edebiyat yolunda yoldaştır Sibel Kök şiirleri. Hayatın acılarını da güzelliklerini de sarsıcı imgelerle görür ve okursunuz o şiirlerde. Sibel Kök, yaşadığımız çağın hassas tanıklarından biri olarak aynı zamanda insanın en derin sancılarını da dillendiren bir “iç ses”tir. Onun şiirlerinde mağlubiyetler bile estetik bir zaferin kapısını aralar; yenilgi kusursuzlaşır, acı şiirsel bir parıltıya dönüşür.
Şairin dilinde en çok göze çarpan şey, keskinliği ile şefkatini aynı anda hissettirmesidir. Bir mısra ile okuru sarsar, hemen ardından bir başka mısra ile kalbini okşar. Bu yüzden Sibel Kök’ün şiirlerini okurken insan, hem yaralı hem de şifa bulmuş hisseder kendini. Çünkü o, kelimeleri yalnızca süs olsun diye değil, hayatın en sahici kırılmalarını dile getirmek için seçer.
“Kusursuz Yenilgi”den “Gencölenkızlarınşarkısı”na, “Çarpık Yürüyüş”ten “Fiyakalı Şiir”e, “H/içlenmeler”den “Baktığımız Rüya Gördüğümüz Gerçek”e kadar “Dünya Bir Direnmedir” onun şiirlerinde. Sanki her kelime, yüklendiği anlamla okura dokunmak, hatta yaralamak ister. Ama bu yara, kanatmak için değil, hissettirmek içindir. Çünkü Sibel Kök, şiiri bir “hatırlama/hatırlatma eylemi” olarak görür. Okur, mısraların arasında gezindikçe kendi kayıplarını, sevinçlerini, gözden kaçırdıklarını, avuntularını, özlemlerini hatırlar. Bu hatırlatma, üstenci bir yaklaşımla değil samimi bir tavırla yapılır. Söyleyişinde bir gösteriş, bir yapaylık göremezsiniz; belki keskin gelir size bazen ama yalandan, yapmacıklıktan arınmıştır. İşte bu yüzden, onun şiirleri okura yabancı gelmez. Aksine, insan kendi içinden geçenleri başka bir ses aracılığıyla duymuş gibi olur.
Sonuçta Sibel Kök’ün şiirleri, günümüz şiirinde kendine özgü bir damar açıyor. Bugünün hızlı, yüzeysel, samimiyetten uzak ve gösteriş heveslisi edebiyat ortamında Sibel Kök’ün şiirleri, okura yeniden düşünme, yeniden hissetme ve yeniden hatırlama fırsatı veriyor. O, kelimeleriyle henüz kabuk bağlamış bir yara izi gibi sesleniyor; acıtıyor, düşündürüyor, ama aynı zamanda insana yaşadığını, canlı olduğunu da hatırlatıyor. Sessizliğin içinden yükselen bu ses, bize şiirin hâlâ iyileştirici, hâlâ dönüştürücü bir gücü olduğunu haykırıyor.
Bu ses acaba ne zaman iki kapak arasından duyuracak kendini, merakla bekliyoruz…
Ömer Yalçınova
Ferhat Ağca’nın Sanatı
Ferhat Ağca’yla (1992-2023) ilgili bugüne kadar hiçbir şey yazamadım. Arkadaşlar arasında yaptığımız sohbetlerde gözlerimin dolmasını, sesimin kırılmasını saklamaya çalışarak, Ferhat’a dair bir şeyler söylemeye çalışmıştım. Söylenecek çok şey vardı. Ama buna ne yürek, ne dil, ne de hâl müsaade ediyordu. Bu yüzden yakın ve ortak dostlara Ferhat’ın vefatıyla ilgili hiçbir ayrıntıyı da sormadım. Hangi evdeydi, kendine kaçıncı gün ulaşıldı, nereye defnedildi bilmiyorum. Tabii ki ziyaretine gideceğim mezarının. Ama bu, ne zaman ve nasıl olacak?
Ferhat denilince her seferinde ciğerim bir kez daha deliniyor. Onun kadar mütevazı, kavraması hızlı ve güçlü, dinlemeyi bilen, isabetli sorular soran, ölçülü tepki veren, dost sıcaklığını duyuran, ‘halden anlayan’ tavrından bir an bile taviz vermeyen ikinci bir insan ben ne gördüm ne de tanıdım. Hani derler ya, “Barışta, savaşta dost olalım.” Öyle bir dosttu Ferhat Ağca.
İnceliğin, nezaketin, zarafetin bin türlüsüyle karşılaşılırdı Ferhat’ta. Çok dikkatli bir gözlemciydi. Sanki kalbinin altındaki niyeti, talebi, isteği, acıyı, felaketi görür, hisseder ve ona göre davranırdı. Bir gün odama gelmiş, sandalyeye oturunca, kucağına çantasını almış, çantada bir şeyler arıyordu. Sonunda buldu ve bana uzattı. Bir çıtlık ağacı dalıydı bu, küçücük. “Nazara iyi gelir abi. Senin için buldum, kestim, hazırladım.” demişti. Dünyalar benim olmuştu o an. Hayatımda aldığım en güzel hediyeydi. Bir ağaç dalından kesilmiş, bir parça. Ortası delinmiş. Nazara iyi geldiği için uğraşılmış. “Anahtarlığına tak.” demişti Ferhat. Tüm bunları beni düşünerek yapmasıysa ayrı bir letafetti. Ayağa kalkıp ona sarılmak istemiştim. Normalde zırt pırt gözlerim dolmaz ama bu incelik duygulanmama sebep olmuştu. Keşke o gün ayağa kalksaydım ve doyasıya sarılsaydım Ferhat’a. Sadece teşekkür etmiş ve sevincimi belli edecek sözlerle yetinmiştim.
Ferhat’ın dostlarının tamamının üzerinde bu şekilde silinmez izleri vardır. Bu izler biraz düşünüldüğünde onun nasıl kudretli bir sanatçı olduğu anlaşılır. Onun tambur çalması, bu sanatçı yönünün bir işaretiydi. Şiir ve yazıyla uğraşması ayrı bir işaretiydi. Fakat asıl, çiçeklerle ilgilenmesi, daha doğrusu çiçeklere bir akademisyen, bir ziraatçı gibi değil, kültür tarihimiz içinden yaklaşarak onlarla kurulacak gönül bağına odaklanması, ancak onun kadar sanatçı bir kişiliğin yapabileceği çalışmaydı. Evelâhir dergisine Maraş çiçeklerini yazmasını rica etmiştim. Kırmamıştı beni, “Olur abi.” diyerek, biraz da çekinerek yazmaya başlamış, her yazıdan sonra da “Olmamış dersen, hiç mesele değil, yayımlama.” diye eklerdi. Oysa yazıları çok güzeldi. İyi olması bir yana, çok güzeldi. Ferhat’a özgü inceliğe sahipti hepsi de. Kendi özgün yaklaşımını yansıtıyordu. Bu yüzden “Ferhat, çiçeğin bilimsel adına, özelliklerine yoğunlaşma, sendeki karşılığını yaz.” diyordum. Oysa o, hiç sırrı ifşa etmeye yanaşır mı? Her yazısında, yine benim hatırıma, o deryadan bir katre sızardı yazılarına.
Ferhat’ın üniversitede hakkı fazlasıyla yenmişti. Yine de sabırla doktorasına devam ediyordu. Dayısının vefatıyla Ferhat’ın yüzüne bir gölge düşmüştü, zaman zaman dayısıyla ilişkisini anlatırdı. İnce parmaklarıyla sardığı tütün, bu sohbetlerin tütsüsüydü. Bir isim söylerdi mesela, internette aratmam için, o ismin tıngırdattığı sazı dinlerdik sessizce. Rahmetli Ömer Tuğrul İnançer’in Hz. Mevlânâ türbesinin onarımından sonra yapılacaklarla ilgili Ferhat’ı Konya’ya çağırmasıysa, onun iç dünyasının kudretine başka bir işaretti ve benim dönüp dolaşıp ona sorduğum hallerden biriydi.
Ferhat Ağca’yı anlatmaya kalem dayanmaz, kâğıt yetişmez, kalp yetmez.
Enver Çapar
Okuntu
Türk Dil Kurumu sözlüğünde okuntu “Küçük armağanlarla yapılan düğün çağrısı” olarak tarif edilmiş. Şimdiki gibi pahalı kağıtlara basılan gösterişli düğün davetiyelerinin olmadığı dönemlerde, biri düğün çalacaksa dost ve akrabalarına okuntu gönderirdi. Kendisine davetiye ulaşmayan veya gönderilmeyen biri “falanca düğün çalmış ama bizi okumamış” derdi. Okumanın böyle bir manası da vardı. Düğün sahibi maddi durumuna göre okuntular alırdı. Yakın akrabalara ve samimi dostlara, gömlek, elbiselik kumaş gibi hatırı sayılır okuntular gönderilirdi. Geri kalan davetlilere standart okuntu gönderilirdi. Standart okuntu, genellikle erkek atleti, çorap, havlu, bir kutu kibrit gibi eşyalardan oluşurdu. Köylerde halen bu okuntu geleneği kısmen de olsa devam ettiriliyor.
Okuntu kadar onu dağıtmak da önem arz eden bir konuydu. Düğün sahibi gün öncesinden titizlikle çalışarak bir liste hazırlar ve okuntu dağıtacak kişileri belirlerdi. Zira hısım akraba veya tanıdıklardan birine okuntu gitmemesi kırgınlıklara sebep olabilirdi. Köylerde yapılan düğünlerde bütün köy ayırt edilmeksizin davetli olduğu için her eve davetiye gönderilirdi. Okuntu dağıtma konusunda köylerde güzel bir gelenek vardı. Köyün en gariban kişisi bu iş için görevlendirilirdi. Bütün düğünlerin davetiyesini o dağıtırdı. Yardımlaşma ve dayanışma kültürünü kişileri incitmeden yapmayı önceleyen insanımızın güzel davranışlarından biriydi bu. Okuntu dağıtacak kişi okuntuları bir bohçaya doldurur ve köyün bir ucundan dağıtmaya başlardı. Okuntuyu alan kişi dağıtanın ihtiyaç sahibi olduğunu bildiği için okuntuyu alır ve evindeki duruma göre bulgur, pirinç, makarna, kuru üzüm gibi gıdalardan küçük bir paket yapar ve okuntu dağıtanın heybesine koyardı. Heybe dolduğu zaman dağıtıcı onu götürür evine boşaltır tekrar kaldığı yerden dağıtıma devam ederdi. Hayırlı bir iş böylece hayır dualarla başlardı.
Düğünlerin en önemli sembollerinden ve alametlerinden biri de bayraktı. Cuma günü namazdan sonra düğün seğmeni düğün evinde bayrak dikmek için toplanırdı. Bayrak asma görevini bayraktar yapardı. Düğünde bayraktar olmak önemli bir vazifeydi. Bayraktar genellikle damadın bir akrabası veya yakın arkadaşlarından biri olurdu. Düğün evinin çatısına büyük bir sırığa davul zurna eşliğinde asılırdı Türk bayrağı. Böylece düğün resmen başlamış olurdu. Ayrıca bayrak direğinin ucuna bir soğan çakılırdı. Düğün bitiminde damadın tüfekle ateş ederek bu soğanı vurarak behresini göstermesi beklenirdi. Bunun akabinde bayraktar bayrağı gönderden indirerek damada teslim eder ve mükafatını alırdı.
Düğün ve cenaze el ile olur demiş atalarımız. Hepimiz zaman zaman dost ve akrabalarımızın düğünlerine iştirak ediyoruz. Modern düğün salonlarında müzikle hiçbir ilgisi olmayan gürültülere maruz kalıyoruz mecburen. Müzik gürültüsü olmasa en azından düğünde bayramda ancak görüşebilen insanlar az da olsa bir hasret giderir, biraz sohbet imkânı bulur. Maalesef kulakları tırmalayan çalgıcılar ve müzik diye çalınan uğultu buna imkân bile vermiyor. Geleneğimizle ve kültürümüzle bağlarımız koptukça insana yabancı birtakım garip ritüellerle karşı karşıya geliyoruz. Böyle durumlarda neyi kaybettiğimizi daha iyi anlıyoruz. Özümüze dönmemiz ve değerlerimize sahip çıkmamızın önemini daha iyi kavrıyoruz. Umarız her şeyde olduğu gibi düğün adetlerimizde de aslımıza döneriz.
Ufuk Türk
Yarım Kalmış Hatıralardır Acıtan Yüreğimizi
Usturasında gezinirsin dünyanın
Kılıçlar işlemez yüreğine
Güvercinlerle geldin sen
Yazılmamıştır sözlüklere tarifin
Sırtında dünya mı taşırsın,
Neden eğiktir başın?
On sekizinde vurmuşlar kalbinden
Adın rüyalardandı…
Gözlerin kan yumağı
Yüreğinin rengi kızıl mı?
Yollardasın istisnasız
Bilirim eğretisin dünyaya
Bilirim içine akar gözyaşın.
Yaşlanmış feryatlar besler, kan terlerdin.
Bir ışık yakmaktı niyetin gecenin tam ortasına.
Samet Yurttaş
Ahır Dağından Yükselen Ahir Zaman Gökdelenleri
Yüzümü döndüğüm her yer
Şehre düşen dost gölgesi
Şehrin rüzgârları sert esiyor akşam vakti
Bir beni deviriyor
Bir de gurbettekileri
Çekilin önümden gökdelenler
Ahır dağının tütün yakma vakti
Şimdi o dağdan gecenin ayaklarına
Bakışları cesur ve kara
Yaralı bir ceylan inecek
Üzerime çam kokusu sinecek
Ne yaman tütünsün Ahır dağım
Yaksam seni
Sabaha kadar hüznün içime dolacak
Şimdi sofrana haramiler çökmüş
Başını döndürüyor yırtıcı kuşlar
Senin gövdenden yükseliyor
Ahir zaman gökdelenleri
Senin sükûtun değiştiriyor
Rüzgârın yönünü
Pusulan gurbetin yönünü
Bakma bana garip garip
Yaktırırsın son tütünü
Gün Sazak Göktürk
Bozkır
Şimdi uzun bir yol var önümüzde
Yıkılmış evin ayakta kalmış duvarının eğik gölgesinde
Bozkırı kavuran sıcağın hayaletini izlemekteyiz…
Dilim dudaklarım yara bere,
Kelimelerim ekseri küfür,
İçimde yıkılan kentler,
Belki yine gelirim diyemiyorum,
İçimde zapt edilemeyen bir intihar meyli...
İntiharın eşiğinde bir yaşamın kıyısında,
Ayaklarımı salmışım uçuruma,
Ufku seyrediyorum.
İçimde siliniyorken ufuk çizgisi,
Bir yanımda teke tek kavga etmenin onuru,
Bir yanımda karanlığa gömülmüş şafaklar,
Saçım sakalıma karışmış, gönlümde perçemin...
Ne zaman yollara düşsem biraz ölüm olurdu,
Biraz ürperirdi içimdeki korku,
Buz tutardı zaman,
Bozkırı yırtarak giden bir deli tay olurdu ruhum.
Ne kalırdı geriye sonra, soluk soluğa sevişmelerin ardından
Bulutlar gibi çekilip giderdi kaygılarım yatağında
Durgun bir su gibi akardım,
Tanımadığımız kentlerde ölürdü yalnızlık
Soluksuz ve keskin ölümler bulurdu acılarımızı...
Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:13
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.