EDİTÖRDEN
Sıcakların bizleri bîtap düşürüp yaylalara doğru, Başkonuş’a doğru başımızı alıp gitme isteği uyandırdığı bu yaz mevsiminde, bu ağustos ayında onuncu sayımız ile yeniden karşınızdayız. İki ayı geride bıraktık. Zaman akıp gidiyor, “Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş.” Bu sayımız gönlünüze serinlik, ruhunuza şifa versin muradındayız. Ben her ne kadar bu günlerde serin denilebilecek bir şehirde, Yozgat’ta bulunsam da son yıllardaki artan küresel sıcaklık dalgası maalesef bölge fark etmeksizin tüm coğrafyayı etkiliyor. Şu aralar Erzurum’da görevde olan, temmuzunda gerdanına karlar takan Ökkeş Furkan Turna dostumuzu kıskanmıyor değiliz. Erzurum demişken önden giden atlımız, komutanımız, gönlünün güzelliği tebessümüne vuran aziz dost Muhammet Ali Yıldırım’ı hasretle anarak bir Fâtiha gönderelim inşallah.
Geçmiş sayılarımızda fasılasız yazan sayfa yönetmenimiz, “Döş Cebi”nde biriktirdiklerini şifa niyetine ruhumuza sunan Mehmet Yaşar ve “Şehir Mektupları” başlığı altındaki o güzel mektuplarını adeta bir zarfa koyup her hafta posta kutumuza gönderircesine gönlümüze sunan Mehmet Raşit Küçükkürtül ağabeylere öncelikle ve hususen teşekkür etmek isterim.
Geçmiş sayılarımızda; Ömer Yalçınova ağabey “Kalender: Ahmet Doğan İlbey” başlıklı yazısıyla kalender kelimesinin barındırdığı nitelikleri düşündüğünde aklına merhum Ahmet Doğan İlbey’in geldiğini ifade ederek Ahmet Abiyle anılarını kaleme aldı. Ahmet Abi’nin hepimizde silinmez iz bırakıp gittiğini düşündüm yazıyı okurken. Allah onu cennetine koysun. TYB Kahramanmaraş Şube Başkanımız kıymetli ağabey Enver Çapar, Ökkeş ismi etrafında “Bizim Ökkeş”i ve kahraman şehrin madalyasını yazdı. Yolculuğumuzda bizimle beraber olan Hidayet Bağcı Hoca gündemimizden hiç düşmeyen, kalbimizin kanayan yarası Gazze’den söz açtı. O güzel şiirleriyle Ferhat Altun, Samet Yurttaş ve Nurcihan Kızmaz bizimle beraber oldu. Hasan Bazı, bir kütüphane kurtarma hatırasını bizimle paylaşırken Seda Nur Çetinkaya dilin önemi ve sosyal medya bağımlılığında bahsetti. Ayrıca Nizâmî-i Gencevî’nin bir şiirine yazdığı Nazîre’siyle gönlü güzel, dili güzel Nezir Kumlay ağabey serhat şehir Iğdır’dan aramıza katıldı. Yıllar oldu… yüz yüze görüşemesek de kalpten kalbe bir yolun varlığını gönderdiği şiiriyle hatırlattı. Bizimle birlikte olan tüm yazarlarımıza, şairlerimize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Bu sayımızda ise artık olmazsa eksikliğini derinden hissedeceğimiz Mehmet Yaşar’ın Döş Cebi’nin ve Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün Şehir Mektupları’nın yanında Hasan Ejderha ağabey severek okuduğumuz Hasan Keklikçi hikayelerinden söz etti ve yeni hikâye kitaplarının geleceğinin yakın olduğunu muştuladı. Şair Samet Yurttaş ise “Yakıtı Taş ve İnsanlar Olan” başlıklı şiiriyle yer aldı.
Bunların yanında Garbi Yeli sayfamız adına sosyal medya platformlarında hesaplar açtığımızı buradan haber vermek istiyorum. Mütevazi ama devamlı olsun dediğimiz, gönlümüzden dökülenleri bir gazete sayfasına sığdırabildiğimiz Garbi Yeli’mizi bu platformlardan da siz okuyucularımıza arz edeceğiz. Bizi sosyal medya platformlarından da takip edebilir, bizimle iletişime geçebilirsiniz. Haftaya on birinci sayımızla buluşmak ümidiyle. Sağlıcakla kalın.
DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Mustafa Çiftçi Ağabey! Sen Yaz, Biz Okuyalım
Eski şair ve yazar ama eskimeyen okur Musa Yıldız ağabey, yazı çizi işlerini bıraksa da okumayı asla terk etmemiştir. Bir dönem dostlarından hep kitap ister, okur ve iade ederdi. Özellikle Garbi Yeli’nin şehir mektupçusu, aziz üdebamız Mehmet Raşit Küçükkürtül, Musa ağabeyi bu konuda epey beslemiştir. Tabi üdebamız kadar olmasa da bendeniz de Musa ağabeyle zaman zaman çeşitli kitaplar paylaşırdım. Bir keresinde de, zannediyorum 2017 yılıydı “Abi, bu kitaplar tam sana göre diyerek.” hikayeci Mustafa Çiftçi’nin kitaplarını vermiştim kendisine. Bir müddet sonra aradı ve “bu nasıl güzel bir hikaye dili, bu nasıl hoş bir üslup, bu nasıl yerli ve bizden bir bakış?” diyerek en kısa zamanda kitapların müellifini ziyaret edip tanışmak istediğini belirtti. İş başa düşmüştü. Yozgatlı dostlarla irtibata geçerek Mustafa Çiftçi ağabeyin telefon numarasına ulaşıp aradım ve kendisini ziyaret etmek istediğimizi söyledim. Mustafa ağabey de sağ olsun nazikçe mukabele edip bizi Yozgat’a beklediğini belirtti. Gün geldi, vakit çattı, iki aile düştük Yozgat yoluna. Mustafa ağabey, eksik olmasın evinde misafir etti bizi. Yozgatlı dostlar Ahmet Hamdi Açıkgöz ve Mehmet Durmaz da eşlik ettiler bize. Bol sohbetli, bol gülüşlü, bol serçeli bir ziyaret olmuştu. O günden sonra da irtibatımız hiç kesilmedi. Kendisini daha sonra TYB’nin 40. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz “40 Yılın Hikayesi” Sempozyumu için Kahramanmaraş’a davet ettik. Bir de ayrıca Büyükşehir Belediyemizin tertip ettiği edebiyat günlerinden birinde ağırladık şehrimizde. Evet irtibatımız hiç kesilmedi, çünkü Mustafa Çiftçi ağabey büyük bir vefa örneği göstererek hep aradı, hal hatır sordu. Depremden sonra da Yozgat’ta evinde misafir etti bizi sağ olsun. Bizim arayıp sormamıza fırsat vermeden hep kendi aradı sordu. Bu yıl iki defa görüştük. Tabiki ikisinde de kendisi aradı. Biri Şubat tatili sırasında umredeyken, tam Kabe’yi seyrederkendi. Miraç Kandili’ydi. Çokça dua ettim kendisine. Diğeri de geçtiğimiz günlerdeydi. Yine önce davrandı, aradı, hal hatır sordu. Garbi Yeli’nden bahsettim kendisine. Dedim ki sizinle ve tanışmamızla alakalı bir yazı yazıp öyle haber edecektim Garbi Yeli’nden. Bu yazı işte odur.
Mustafa Çiftçi, son dönem Türk edebiyatının en dikkat çekici hikayecisidir. Diliyle, üslubuyla, olaylara ve insanlara bakış ve yaklaşımıyla Türk hikayeciliğinin yüz akıdır. Sevdayı, yoksulluğu, yokluğu, taşranın imkansızlıklarını, ailenin sıcaklığını ve Anadolu insanın genel hüviyetini, O’nun hikayelerinde, dupduru ve olduğu gibi ama biraz hüzünle, biraz da mizahla harmanlanış bir şekilde görürüz. Bozkırdan yazmaktadır Mustafa ağabey, bozkırın ortasından, taşranın en kuytusundan, yani Yozgat’tan. O’nunla birlikte taşra anlatıcılığı yeniden canlandı diyebiliriz. Çünkü O, taşra insanı ile iç içe yaşıyor, dinlemeyi çok iyi biliyor ve mümkün olduğu kadar taşra insanının diline sadık kalarak hikayelerini kaleme alıyor. Bunu yaparken ne bir nostalji hevesi, ne bir taşra yüceltmesi ya da yergisi, ne de bir kurgu kaygısı içinde. Edebiyatla ilgili bir akademisyen de olsanız Mustafa Çiftçi hikayesi okurken metni tahlil etmeyi unutur, kendinizi hikayeye kaptırır, siz de o hikayede yaşarsınız. Öyle samimi, öyle sıcaktır Mustafa Çiftçi hikayeleri. Taşranın güya sıradan insanlarının sıradan hallerini, olağanüstü doğallığıyla izler, ister istemez siz de kendinizi o doğallığın içinde bulursunuz. Eğer izlemişseniz Mustafa Çiftçi’nin hikayelerinden ilhamla hazırlanan ve TRT’de yayınlanan “Gönül Dağı” dizisinde bunu bir nebze görürsünüz. Yazacak çok şey var, ammâ ki yerimiz dar.
Mustafa Çiftçi ağabeye, kıymetli ailesine, Yozgat’a, bozkıra, erik gözlü bebelere, serçelere, salkım söğütlere ve buz gibi çeşmelere selam olsun. Cenab-ı Allah’tan Mustafa ağabeyin diline, kalemine, ömrüne bereket niyaz ediyorum. O yazsın, Türkçemiz şenlensin. O yazsın, dilimiz bereketlensin. O yazsın, gönlümüz hüzünlensin. O yazsın, biz okuyalım, okuyanı çokça olsun, amin…
ŞEHİR MEKTUPLARI
mehmet raşit küçükkürtül
bayraksız namaz olmaz!
bugünlerde her yerde zorlayarak, itekleyerek türk bayrağı sunmaya çalışıyorlar. pek acı bir tesadüf mü diyeceğiz, 15 temmuz’un akabinde de neredeyse her türden reklamın içerisinde türk bayrağı “sıkıştırılmış”, reklam tahtaları ölçüsüzce kızıl renge boyanmıştı. asırlar boyunca envai çeşit hadiseye şahit olmuş ahır dağı’nın zirvesine doğru, o kül rengi zemine bir türk bayrağı işleniyor. o ahır dağı, maraş çete harbini görmüştü, sonra nato füzelerini de onun eteğine getirip koymuşlardı. o sıra “nato füzelerinin gölgesinde cuma namazı kılınır mı?” diye bir yazı yazmıştım. şimdi türk bayrağının uğradığı istismar ve istiskale karşı verecek bir cevap arıyorum. “bayraksız namaz olmaz!” kaidesini maraş’ın istiklal mücahedesinde biz türk milletinin şuur katına çıkarmıştık. ya şimdi ne yapacağız? bayrak hadisesini anlatırken “bayraksız namaz olmaz!” sözüne gelince ismet özel sözümü heyecanla kesip halkın kaynaşmasını ve kamaşmasını billurlaştırdığı bu sözü tekrarlamış ve ruhlar arasındaki bu parolaya yanında oturanların dikkatini çekmişti. şimdi maraş halkı nerede, maraş’ın şairi nerede? iş, bu kötü şehir mektupçusuna mı kaldı? [29tem2025salı]
***
cenaze ilânlarına bakar mısınız? kahramanmaraş büyükşehir belediyesi’nin cenaze hizmetleri arasında cenaze ilânı oluşturmak ve bunu internet sitesinden paylaşmak da var. fakat bu ilânların hepsi aynı seviyede, aynı kalitede oluşturulmuyor. çünkü bu metinleri oluşturan kimseler genelde türkçe fukarası oluyor. zaten ilgili birimde görevlendirilirken de kimse onların türkçesine bakmıyor. ilânı veren kişiler hassas iseler metin düzgün çıkıyor. bu hâliyle yine de kıymetli bir ilân hizmeti var. bir hafta kadar evvel şöyle bir ilân vardı: “aslen duraklı mahallesi’nden olup cumhuriyet mahallesi’nde ikamet eden; merhum ahmet kalaylar’ın kızı, darendeli eşrafından merhum m. halit şirin’in eşi; muhammet, ahmet ve merhum şaban ve mustafa şirin’in anneleri; yusuf kurtul un kayınvalidesi emine şirin vefat etmiştir.” “ahmet’ten olma duran’dan doğma” emine şirin 13 ağustos 2025 günü 105 yaşında rahmetli olmuş, doğum tarihi 1920. ilândaki “dârendeli eşrafından” ibaresinden anlaşıldığına göre 1916’da ahirete irtihal eden nakşibendî şeyhi darendeli seyyid muhammed hilmi efendinin ailesinden halit isminde biriyle evlenmiş emine hanım. yani ilim ve irfan ocağı bir aileye gelin gitmiş. merhum gibiler aslında günden güne terk edilen maraş’ın eski şehir kültürünün temsilcilerinden. onlarla birlikte bize ait kıymetli bir hafıza, tavır, hayat tarzı çekilip gidiyor. erkeklerden çok, böylesi hanımların millî hafızayı taşıdığını tahmin ediyorum. maalesef onların tecrübelerinden pek az istifade edebildik. [20ağu2025]
***
depremden evveldi. ömer faruk günay ile m. alaiddin küçükkürtül’ün kebikeç sahaf’ında, öğleden sonra. sahafta ömer’le ben varım. içeri ihtiyar bir hanım girdi. yaz sıcağından sakınmak için beyazlar giyinmiş. başörtüsü, feracesi, eldiveni, ayakkabısı hep beyazdı. yorulmuş, sıcaktan bunalmış bu kadın yetmişini aşkın, ince, esmer, mesafeli ve ciddi bir tavırla dükkana bakındı. tarif üzere gelmiş. “hüccetü’l-islâm” arıyordu. ömer faruk bir kitap çıkardı. “eski yazı arıyorum yavrum”. böyle söyleyince iş değişti. yer gösterdik. sohbet açmak istedim. aradığı eski yazıyla nüshayı nadirkitap.com’da bulduk. bu esnada eski mevlid cemiyetlerinin kalmadığından, kitabı hasta yatan bir arkadaşı için aradığından epeyce konuştuk. o kadar sohbetin üstüne ismini bağışlamasını rica ettim. nezaketli bir şekilde savuşturdu. zaten eski kadınların adabı böyledir. bir defasında da divanlı mahallesinde dolaşırken pencere pervazında sıcak havanın tesirinden kurtulmaya çalışan bir teyzeyle yarım saat kadar sohbet etmiştik. mahalleyi, ailesini, çorunu çocuğunu epeyce anlattıktan sonra o da ismini vermekten imtina etmişti! eski maraş kadınlarını hatırlayacağımız, yâd edeceğimiz hikâyeler, romanlar, portre kitapları var mı? berdücesi dergisinde bir bölüm olsa maraşlı yazarlardan eski maraş kadınlarını yazmaları istense derginin yapısına uygun düşmez mi, yoksa dergide fazlaca folklorik bir unsur mu sayılır? böyle bir şey yapılabileceği gibi fatma barbarosoğlu ve nazife şişman’ın “kadınların dilinden dündökümü (1900’lerden 2000’lere gaziantep)” kitabı gibi bir çalışma da olabilir. bence bu iki kitap fikri de hayata geçirilmeli. [20ağustos2025çarşamba]
Hasan Ejderha
Hasan Keklikçi Hikâyesi
Hikâye ve öykü yazıcıları genellikle anlatmak istedikleri bir mevzuyu kurgulayarak metinlerini oluştururlar. Güçlü kurgularla öykülerini oluşturarak çok başarılı olmuş kalemler de var elbette. Dergilere, kitaplara baktığımızda çok takdire şayan metinlerde oluşturduklarına şahit oluyoruz. Fakat Hasan Keklikçi öykücü değil tam manası ile hikâyecidir.
Tüm bu hikâyecilerin, öykücülerin arasında Hasan Keklikçi başka bir şey. Evet evet bambaşka bir hikâyeci Keklikçi. O hikâyeyi önce yaşar ve yaşadıklarını güçlü kalemi, eşsiz muhayyilesi ve kendine has anlatımı ve betimlemesi ile okuyucuya hikâyat eder. O kadar yerli ve o kadar bizden ki hikâyeleri; anlattıklarını, kendi yaşadıklarınızı kendiniz kaleme almış gibi hissedersiniz. Hasan Keklikçi hikâyesindeki kahraman sizsiniz, hikâyede geçen kahramanın yakınları sizin yakınlarınız, anlatılan vaka sizin yaşadıklarınız ve mekânlar, eşyalar size aittir sanki...
Hasan Keklikçi hikâyesini okurken siz farkında olmazsınız ama okuduğunuz hikâyeyi size yazdırır Hasan Keklikçi. Betimlemelerinde, kullandığı yerlinin de yerlisi, bizden olan diline dair tenkidler aldığına, o tenkidleri muhabbetle göğüsleyip, kendine has hikâye dilini ısrarla oluşturduğuna adım adım şahit olmuş birisiyim.
Hikâyelerinde "bir şey" der Hasan Keklikçi. O değer verdiği bize, insanımıza dair "şeyi" söylemek için yazar hikâyesini. Bazen bir değerimizi yaşatmak için söyler sözünü, bazen de o değeri, kıymeti ortaya koymak ve ona dikkat çekmek için feryat eder. Kendisi gibi nezihtir hikayeleri de. Zira kendisi de hayatı nezih bir hâl ile yaşar ve yaşadıklarını aynı nezahet ile hikâyelerine yansıtır.
Her yazdığı hikâyenin ilk okuyucusu oldum neredeyse. "Neredeyse" dedim değil mi? Evet farkındayım. Çünkü kızı Aslı benden önce okudu Hasan Keklikçi'nin yazdığı her hikâyeyi. Hâl böyle olunca her Hasan Keklikçi hikâyesi ile bir dergide yayınlanana kadar yazıcısı kadar değilse bile ben de hem hâl oldum. Dolayısıyla Hasan Keklikçi'nin ilk hikâye kitabı olan "Çatal Yolu" ile hikâyelerin geçtiği mekânlar, kişiler, eşya ve hadiselere ben de yakın olduğum için kendimi hikâyelerin içindeymiş gibi hissediyorum.
Hasan Keklikçi'nin ilk kitabı "Çatal Yolu" diğer hikâye kitaplarının muştucusu. Çeşitli edebiyat dergilerinde büyük bir zevkle okuduğumuz Hasan Keklikçi hikâyelerini arka arkaya yayınlanacak olan hikâye kitapları ile de büyük bir edebi zevkle okuyacağımız günler yakındır.
Samet Yurttaş
Yakıtı Taş ve İnsanlar Olan
“Semânın zikre durduğudur”
Güneş dağların peşinden
Süzülür bir boşluğa
Akşamın bahanesidir o
Yıldızlar gecenin boynunda durur
Zikridir o semânın hak katında
“Ayın taşların göğsüne vurduğudur”
Ben gecenin eşiğinde dururum
Ay vurur taşların göğsüne
Fışkıran on iki pınarı görürüm
“Yakıtı taş ve insanlar olan”
Bir azap çemberinde
“Gözyaşlarımın durulduğudur”
Gök açılır yedi kat perde perde
Taş çatlar
Nehrin uğultusu karışır kalbimin sesine
Kapanır gözlerim
Gözyaşım durulur
Ben gözyaşımın durulduğu yerde dururum
Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:10
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.