Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarı romanında, Alice bir gün beyaz bir tavşanın peşine düşer. Tavşanın cebinde saat vardır, ama acele etmesine rağmen nereye yetiştiğini bilmez.
Belki biz de bazen o tavşan gibiyizdir — bir yerlere yetişmeye çalışır, neden koştuğumuzu unuturuz.
Oysa Alice, bir an durup merak eder. O deli merakıyla, alışılmış dünyanın duvarlarını yıkar. Ve işte o anda “delilik” başlar: çünkü sorgulamaya cesaret etmiştir.

Herkesin aynı şekilde düşündüğü bir dünyada farklı olmak kolay değildir. Alice, “normal”in dışına çıktığı anda tuhaf yaratıklarla karşılaşır: sürekli gülümseyen bir Cheshire Kedisi, dakikaları kovalayan Beyaz Tavşan, her şeye sinirlenen Kraliçe…
Ama dikkat ederseniz, bu karakterlerin her biri aslında insan doğasının bir yansımasıdır.
Bir tarafımız acele eder, bir tarafımız korkar, bir tarafımız öfkelidir. Alice ise hepsinin ortasında, “ben kimim?” diye sorar.

Belki de hepimiz biraz Alice’iz.
Gerçeklik dediğimiz şey, bize öğretilen değil; bizim hissettiğimiz, düşündüğümüz ve hayal ettiğimiz kadar geniştir.
Bu yüzden “Ben deli değilim. Benim gerçekliğim sadece seninkinden farklı.” demek, bir savunma değil, bir farkındalıktır.

Toplum bizi bazen “fazla duygusal”, “fazla hassas”, “fazla hayalperest” bulabilir. Ama asıl sorun, onların artık hayal kurmayı unutmuş olmasıdır.
Alice, Kraliçe’ye bile başkaldırır çünkü kendi aklının sesini duymaktan korkmaz.
Ve en sonunda kendi yolunu bulur; başkalarının “delilik” dediği şeyin, aslında özgürlüğün ta kendisi olduğunu fark eder.

Ben de bazen farklı düşündüğüm, fazla hissettiğim, fazla inandığım için “tuhaf” bulunabiliyorum.
Ama artık biliyorum: Harikalar Diyarı sadece kitaplarda değil, kalbiyle hisseden her insanın içinde gizli.
Ve belki de bu dünyanın ihtiyacı olan şey, biraz daha Alice olmak.
Biraz daha inanmak, biraz daha merak etmek, biraz daha “farklı” kalabilmektir.