Tutukluluğun son çare olması ve tutukluluk kararının ölçülülük ilkesine uygun olması gerektiği ile ilgili bugüne dek pek çok hukukçu tarafından çalışma yapılmış olsa da halen uygulamada karşılık bulmadığını görmekteyiz. Bununla birlikte kanunen her otuz günde bir tutukluluk halinin değerlendirilmesi gerekirken şablon bir karar ile yalnız kişilerin isim soy ismi değiştirilerek kararlar verildiğini ve özellikle kamuoyu baskısının verilen tutukluma karaları üzerinde etkili olduğunu görmekteyiz. Toplum nezdinde tutuklama kararları yetersiz olarak görülse de hukuk devleti olmanın gereği olarak verilecek kararların toplum baskısından bağımsız kanun çerçevesinde verilmesi gerekmektedir.

Tutuklama kararı verilebilecek haller CMK m.100’de “Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.” şeklinde düzenlenmiştir. Hukuk sistemiz içerisinde Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ceza Muhakemesi Kanunu gereği tutuklama kararı son çaredir ve tutuklama kararı ile tutuklama kararının devamına ilişkin kararının gerekçeli olması özgürlüğü kısıtlanacak kişi bakımından bir hak olmakla birlikte kanunen de bir zorunluluktur. Tüm bu hususlara rağmen verilen kararların yetersiz gerekçe ile kurulması ve şablon kararlar ile tutukluluğun devamına karar verilmesinin nedeni kanuna ve hukuk devleti ilkelerine olan sadakatsizlik ile iş yükü yoğunluğundan kaynaklanmaktadır. Zira kanun ve hukuk ilkelerini her şeyin üstünde tutabilen ve karar alırken hukuk dışı etkenleri ardında bırakabilen yargıcın şablon dilekçeler ve baskı ile karar vermesi düşünülemez. Henüz soruşturma aşamasında alınan ilk ifade ile bir şüphelinin tutuklanması durumunda en geç 30 günde bir yapılan tutukluluk değerlendirme safhalarında tüm şüpheliler için aynı gerekçe ve nedenler ile tutukluluk halinin devamına karar verildiği görülmektedir. Bu ise “Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlandırılması” başlıklı Anayasa m.13 olmak üzere Anayasa m.2’de yer alan “Hukuk Devleti” ilkesinin, Anayasa m. 19’de güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği haklarının ihlal edildiğinin bir göstergesidir. Uygulamada soruşturma aşamasında delillerin karartılması şüphesi gerekçesi ile başlayan tutukluluk hali kovuşturma aşamasında da aynı gerekçeler ile devam etmektedir. Kanun koyucu tutuklama karanın istisna olduğunu açıkça düzenlemiş ve şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı yerine CMK m.109 ile verilebilecek çeşitli adli kontrol kararlarına yer vermiştir. Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ceza Muhakemesi Kanununda yer alan açık düzenlemelere rağmen alınan tutukluma kararları ve özellikle tutukluluk halinin incelenmesi aşamalarında gösterilen usulsüzlük ve özensizler kanun hükümlerini uygulamakla görevli makamların etkin işlemediğini göstermektedir. Dönem dönem bu konu üzerinde çeşitli yasa çalışmaları yapılmışsa da kararlı adımlar atılmadığı, hâkim ve savcılar ile yapılan seminerlerde tutukluluk tedbirinin yalnızca istisnai bir tedbir olduğu hususları üzerinde durulmadığı sürece yargımız için tehlike arz eden bu durumun önüne geçilebilmesi mümkün gözükmüyor.

Her ne kadar toplumumuzda cezasızlık algısı yer etmişse de bu algıyı mevcut kanun hükümleri ve hukuk ilkelerine aykırı kararlar ile telafi etmeye çalışmak büyük bir yanılgıdır ve unutulmamalıdır ki adalet bir gün herkes için lazım olacaktır.