Whatsapp Görsel 2025 09 04 Saat 15.38.38 5103544B

DÖŞ CEBİ

Mehmet Yaşar

Ömer Seyfeddin, dâimâ!

Türk edebiyatı, kimi zaman kılıçla, kimi zaman kalemle yoğrulmuş bir hafıza atlasıdır. İşte bu atlasın en parlak yıldızlarından biri, hiç şüphesiz Ömer Seyfeddin’dir. O, sanıldığı gibi yalnızca bir çocuk hikâyecisi değil; kelimelerle milli şuuru uyandırma gayreti güden diriltici bir nefes, güzel Türkçemiz için büyük mücadeleler vermiş bir lisan savaşçısı, yaşadığı dönemde milletinin dertleriyle dertlenmiş ve bunlara kafa yormuş bir mütefekkir, yazdığı hikayelerdeki kahramanların vakar ve azmini kuşanmış bir edebiyat cengâveri, duygularını yansıtmaktan çekinmeyen, mahzun bir şair, masal tadında anlatımıyla çocuklarımıza hamiyet, erdem ve ahlak dersi veren bir öğretmendir.

36 yıllık kısacık ömrüne külliyat sığdırmış, pek çok türde esere imza atmış olsa da o, hikayedeki velutluğu ve ihtişamı ile gözümüzde hep bir hikayecidir tabi. Ammâ ki hikâyeleri, sıradan birer edebi metin değildir. O hikayeler ki yüzyıllardır yanan bir ruh meşalesinin yine yüzyıllar sonrasını aydınlatmak üzere vazifelendirilmiş şerâreleridir.

Kaşağı’da çocuk vicdanının çırpınışını görürüz. Bir at, bir çocuğun yalanı, bir öğüt… Basit gibi görünen bu olay, aslında milletin vicdanına işleyen bir ayna gibidir. Her çocuk, hikayeyi okudukça doğru ile yanlışı, masumiyet ile sorumluluğu öğrenir. Başını Vermeyen Şehit, imanla yoğrulmuş bir direnişin simgesidir adeta. Tek bir kahramanın duruşunda bütün bir milletin imanı, azmi, mukavemeti, istiklal aşkı görünür. Ömer Seyfeddin, burada sadece küçük bir hikaye ile büyük bir milletin ezelden ebede uzanan ruh iklimini tasvir eder. Pembe İncili Kaftan’da vakarın, Forsa’da umudun, Falaka’da disiplinin, Diyet’te adaletin, hâsılı her bir hikayede vefa, sadakat, fedakarlık, cesaret, kararlılık, direniş gibi milletimizin ruh köklerine kazınmış pek çok hasletin izlerini görürüz

Onun kaleminde çocuklarımız için bambaşka bir bahçe vardır. O bahçede masumiyet, doğruluk, cesaret ve hamiyet yan yana filizlenir. Çocuklar Ömer Seyfeddin’in hikâyelerinde yalnızca bir kitap okumuş olmaz; aynı zamanda doğru ile yanlışı ayırt etmeyi, millet olmanın gururunu ve fert olmanın sorumluluğunu da öğrenir.

Ömer Seyfeddin, kalemiyle bir ordu kurmuştur. Bu ordunun ne mızrağı vardır ne de kalkanı… Onun en kavî silahı hikâyeleridir; cephanesi, kelimeler; hedefi, milli şuuru uyandırmak. Ve başarmıştır: Çocuklarımızın yüreğinde vicdanı, gençlerimizin zihninde ülküyü, büyüklerimizin gönlünde umudu yeniden doğurabilecek bir müracaat kapısıdır Ömer Seyfeddin hikayeleri. Onun satırlarını okuyan her çocuk, gizliden gizliye bir emaneti devralır; her genç, hikâyelerden süzülen o milli şuuru kuşanır; her yetişkin, kalbindeki umut tohumlarının yeniden filizlendiğini hisseder.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, Ömer Seyfeddin’in hikâyeleri hâlâ capcanlıdır. Onun satırlarında dün vardır, bugün vardır, yarın vardır. Kısacası Ömer Seyfeddin, Türk edebiyatına sadece eser değil, aynı zamanda istikamet de kazandırmıştır. Kalemiyle milletine yol gösteren bu büyük hikâyeci, Türk edebiyatının hem çocuklara hem de yetişkinlere armağan ettiği bir bilge kişidir. Onun hikâyeleri okunmaya devam ettikçe, milli şuur da diri kalacak, çocuk kalplerinde hep yeni filizler boy verecektir. Ve bizler kaç yaşına gelirsek gelelim, dâimâ, cüz sürer gibi, dönüp dönüp Ömer Seyfeddin okumaya devam edeceğiz. Ruhu şâd olsun!

Ömer Yalçınova

Fazlı Bayram’ın Diğer Planları

Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin ana binasında çalışıyorduk ikimiz de. O giriş kattaydı, ben ikinci katta. Ne zaman bunalsam, içim daralsa Fazlı Bayram’ın (1980- 2023) yanına inerdim. Onun hâl ve hareketleri beni teskin etmeye yeterdi. Hâlden anlardı çünkü Fazlı. Ben bir şey söylemesem de o, hâle göre nasıl davranacağını bilirdi. Sanki onunla şu noktada buluşuyorduk: Her şeyin farkındayız fakat elimizden bir şey gelmiyor. O; kendince direnirdi iş dünyasının, şehrin, ülkenin mevcut durumuna karşı. Ben tamamen ümitsizdim fakat yine de gözlerimi yapıp edilen haksızlıkların hiçbirine kapatamadığım için acı çekmeye devam ederdim. Onun kendi içinde gerçekleştirdiği direnç bana da teselli olurdu. Bir gün sohbet için yanına indiğimde çocuklarıyla şen kahkahalar atıyordu Fazlı. Onlara bardak bardak su dağıtıyordu. Çocuklar oyun halinde su içiyorlardı. Fazlı bana bakıp “Sana da şişeyi vereyim, kafaya dik.” demişti. Onların bu mutluluğu gözlerimin önünden gitmiyor. Ne zaman Fazlı’yı ansak, doğrudan bu görüntü gelip önümde duruyor.

Bir de, Fazlı’nın kollarını yanlara açıp sırtını oturduğu koltuğun arkasına dayayarak “Ben mutluyum dostum, çok mutluyum!” deyişini hatırlıyorum. Eski sanayide bulunan küçük dükkânı da, ikimizin baş başa verip sohbet ettiği bir başka mekândı. Bilirdim ki Fazlı’nın mutsuzluğa direnci bu şekildeydi. Oysa benim bildiğim, sonradan belki sayısı artmış olabilir, yayımlanmamış dört şiir dosyası vardı. Ve ben bilirdim ki mutluluk şiir yazdırmaz. Sonradan öğrendiğime göre, iyi ki şahidi olmadım, sazı eline aldığında ağlamadan türkü söyleyemezmiş o. Sazı eline alınca kim bilir neler gelirdi aklına. Türkü sözleri sökülürken dilinden hangi acıları tazelenirdi?

Sanki Fazlı’nın mutluluğunu engelleyecek her şeye karşı ikinci, üçüncü hatta dördüncü bir planı vardı. Ve bu planı gözünü kırpmadan gerçekleştirirdi. Yüksek lisansını bitirmişti, Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şube Başkanlığı görevini ifâ ediyordu, belediyedeki işine ek başka işlerde de çalışıyordu. Diğer ifadeyle başını kaşıyacak vakti yoktu. Hayatı dopdoluydu. Bu arada ben de onu Kültür Müdürlüğü’ne çekmek için çaba sarf ediyordum. Kültür alanında daha iyi ve etkileyici çalışmalar yapacağından kuşkum yoktu. Yazarlar Birliği bünyesinde de çeşitli panel, sempozyum ve eğitim kursları düzenlemeyi de planlıyordu. Sonra bir gün bir öğrendim. Fazlı, belediyedeki işinden ayrılmış, Yazarlar Birliği Başkanlığı’nı bırakmış, yaptığı ek işleri sonlandırıp dükkânını kapatmış, nakliyat işine girişmişti. Hayretler içinde kalmıştım. Arayıp neden böyle yaptığını sormamıştım. Şimdilerde düşünüyorum, demek ki ikinci belki de üçüncü planına geçmişti. Çünkü Fazlı Bayram kimseye eyvallahı olmayan, değişik çevreden insanlarla muhabbet kurabilen, olmayacak diye düşündüğümüz şeylerin nasıl olacağını fark eden, cevval bir hayat adamıydı.

Fazlı için söylenecek en kuvvetli söz, hayat adamı olmasıydı. Hayata bütün hücreleriyle dalmış gibiydi. Şiirlerine bu yönünün yansımasını çok isterdim. Oysa o aynen eline sazı alınca nasıl ağlamaya başlıyorsa, eline kalem alınca da ağlamaya başlıyordu ki hangi şiirini okumaya başlarsanız başlayın, o hıçkırıkları duymanız mümkündür. Şiirlerinin tamamının dostlarında olduğunu öğrendim. Onların toplu halde, iyi bir edisyon kritikten geçirilerek yayımlanması, şehir tarihine yapılmış sağlam ve nitelikli bir katkı olacaktır.

6 Şubat depremlerinde Fazlı, eşi Sinem Hanım, o bardak bardak su dağıttığı ve şen kahkahalar atarak mutluluğuna mutluluk kattığı çocukları Ali Fuat, Zeynep ve Meryem’le birlikte terki diyar etti. Fazlı’nın böyle, yedekte bambaşka bir planının olduğunu belki kendisi de bilmiyordu.

Seda Nur Çetinkaya

Tahammülsüzlük Çağı

Bazen kalabalık bir caddede yürürken kendimi diğer insanların yüzlerine bakarken buluyorum. Dikkat ettiğimde hep aynı manzarayla karşılaşıyorum: Birbirinin kopyası gibi duran yüzler. Kaşlar çatık, dudaklar sıkılmış, bakışlar ya donuk ya da öfkeli. Sanki birileri büyükçe bir ayna tutmuşta hepimiz önünden geçiyor gibiyiz. Ne zamandır bu böyle bilemiyorum… Çocukluğumu hatırlıyorum. Mahalledeki herkesin yüzü farklı bir mana taşırdı. Komşu teyzenin gülüşü içimizi ısıtır, cebinden şekerler çıkaran amcalar neşelendirir, çocukların kahkahası sokağı doldururdu. İnsan yüzüne bakmaktan çekinmezdi, çünkü bir bakış bile selamın yerini tutardı. Şimdiyse gözler hızla kaçıyor, verilen selamlar cevapsız havada asılı kalıyor. İnsanlar birbirine bakmaya utanıyor sanki. Belki de çekindikleri şey, kendi yorgun yüzlerinin yankısını başkalarında görmek. Hayat mı hızlandı mana veremiyorum. Herkesin sırtında görünmez bir yük, ellerinde görünmez bir sayaç var. Henüz güne başlamadan yoruluyoruz. Zihnimiz daha kahvemizi içmeden kaygılarla doluyor. “Yetişmem gereken onca iş var”, “ödemem gereken borçlar var”, “şu arkadaşıma sözüm var”… Zaman bize değil de biz zamana yetişmeye çalışıyoruz. Ve bu yarışta hem fiziken hem de ruhen yıpranıyoruz. Bu yıpratıcı tükenmişlik hissi sadece bireysel kalmıyor, birbirimizin yüzüne bakarken bulaşıyor bir hastalık gibi… Yolda karşılaştığımız suratsız bir bakış, otobüste herhangi bir yolcunun şoförle yaşadığı gerilim günümüzü karartmaya yetiyor. Somurtmak zincirleme olarak yayılıyor. Yorgun yüzler birbirini çoğaltıyor.

Bazen düşünüyorum da sanki şehrin üzerinde görünmez bir bulut var ve o bulut hepimizin yüzüne aynı anda gölge düşürüyor. Acaba umut kırıntıları yine de var mı? Sonuçta her şey gibi gülümsemek de bulaşabilir. Belki de küçücük bir tebessüm zincirleri kırabilecek kadar güçlüdür. Markette kasiyere kolay gelsin demek (bazen cevap gelmese de), yolda karşıdan gelen birine tebessüm etmek, asansörde yanımızda bulunana küçük bir selam vermek… Bunlar devrim gibi görünmez belki ama insan ruhunun ihtiyaç duyduğu küçük bir temas. Bazen kendime bakarken fark ediyorum; Yorgunluk, tahammülsüzlük yüzümde yer etmiş. Kaşlarım farkında olmadan çatılmış, dudaklarım bükülmüş. Ama dikkat edince gözlerimin kenarında bir ışık var. O ışığı hatırlatmaya çalışıyorum kendime. Önce kendime şefkat gösterebilirsem, sonra başkasına da tebessüm edebilirim. Kim bilir belki bir gün sokakta yürürken herkesin yüzünde aynı donuk ifadeyle değil, birbirinden farklı hikayeleri görebiliriz. Belki bir gün yeniden çocukların kahkahasıyla dolu sokaklarda yürürüz. Bu çağ yorgun yüzlerin çağı olsa da her çağ içinde başka bir ihtimali düşünüyorum. Belki de ihtiyacımız olan tek şey hatırlamak: Yüzün sadece maske değil bir davet olduğunu hatırlamak. Birbirimizi mahrum bıraktığımız o davetse halen geçerli. Yeter ki yüzümüzdeki kapıyı aralamaya cesaret edelim.

Mustafa Işık

gül-üş ki

düş- ki

uykudan

yarım kalmışlıktan

başkası kapatsın diye

aralık bırakılan kapıdan

ins/an ki

yetinmesini bilmedi,

bahçede utangaç ağaç

kanlı peygamber hırkası

gözlerde her dem

firarî çakıl taşı sabrı

deniz yankısı türkü

bakışa sığmaz dağ ardı

yalınayak göğüste

unuttu doğmayı güneş

açılmadı perdeler

açık gözlerde

eksik dünya sefası

kaç-ış ki

tanrıların kavgasından

elin yorulan hünerinden

peltek harflerden

umut, yedi cihana nam

dalga boğan savaşçıdır korku

yokluk ki / bırak taşıma onu

kamburdan heybe

gül-üş ki

sen göremezken onu

orman yakan körebe.

Ferhat Altun

Bahş

esmese de artık

bir çınarın gölgesiydi

bir kızın sinesiydi

kuyruğu düğümlenmiş bir atın

nal sesleriydi orası

ellerimiz göğe hep aynı şevkle kalkardı

ve aynı şevkle kazardık toprağı

ummanlar kanımızdan rol çalardı

nereye dönsek orası sendin

senden gitmez ancak sana gelirdik

bizi ölümleyen bizi yağmurlayan

ve dirimleyen sendin

çünkü sen ey

hitapların en güzeli

ey en güzel muhatap

sen bahşetmesen

nereden bilecektik

toprağa düşmenin

ölüme gülmenin

ve onu kucaklamanın

ne olduğunu

çünkü ancak senden bilinirdi

aşk, iman, vatan

Gün Sazak Göktürk

Acı

Çalınmış sonbahara doğru yol alalım.

Ezeli sandığımız Sanrılardan, acılardan,

En yakınına o sonbaharın.

Ihlamur kokan sokaklardan

Şıvgın gibi ruhuma sürgün gülüşünle

Yeniden varalım bulutlara selam duran mutluluğa...

Sensizliğin yanı başında cehennem,

Sinsi nefes nefese bir avcı gibi beni beklemekte...

Homurdanıp duruyor içiminde içindeki karanlık,

Dar geliyor ten elbisem ruhuma.

Darağaçları yeşerecek değil ya susunca sana.

Kim kuruttuysa nehirleri, o versin hesabını...

Sana sesim varmasın diye dilim kesik ama kelimelerim?

Vuruldum belki bilmiyorumdur...

Ölüm bir yay gibi gerginken içimde

Böğrümde sessizliğinin acısı,

Ruhum kalk gidelim ötelere,

İzleyerek kurdun izini.

Gün kokusuna sarılmış gibi sanki her yer...

Kızgınım yumuşak yanlarıma bıçak çalıp atamadığım için...

Kızgınım yumuşak yanlarıma acı verdiğim için...

NOT: Şaire de kızgınım bizi kandırıp acı çekmenin havalı bir şey olduğunu söylediği için.

Öyle değilmiş oysa gölgemde serinleyen bir sevgili havalıymış acı çekmek değil.

Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:

[email protected]

Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:12
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.