Şüpheden sanık yararlanır ilkesi sıklıkla duyduğumuz ancak anlamını halen kavrayamadığımız Ceza Hukukunun en temel ve korunmaya muhtaç karinelerindendir. Daha yaygın ve Anayasaya uygun kullanımı ile ''Suçsuzluk Karinesi'' denilen kavram hukuk dünyasına ilk olarak 1789 tarihinde Fransız Kişi Hakları Bildirgesi ile girmiştir. Yaklaşık 240 yıldır hukuk dünyasında Anayasalar, sözleşmeler ve kanunlar ile korunma altına alınan Şüpheden Sanık Yararlanır ilkesi maalesef ki ülkemiz hukuk sistemi içerisinde kendi kaderine terk edilmiş uygulamada izine pek rastlanılmayan genel bir ceza hukuku kavramı haline dönüşmüştür.
Şüphe kavramı ceza hukukunun temelini oluşturmakta olup kişi hakkında soruşturma başlatılması, iddianame düzenlenmesi ve hakkında dava açılması şüpheye dayanmaktadır. Ancak bu şüphe ne kadar kuvvetli olursa olsun Anayasa m. 38/4 ve CMK 223/2-e, 223/5 maddeleri uyarınca kişinin atılı suçu işlediği hiç bir şüpheye yer vermeyecek şekilde ispat olunmadığı takdirde sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerekmektedir. Her ne kadar ''Masumiyet Karinesinin'' göz ardı edilemeyeceği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa ve Kanunlar ile sabit olsa da uygulamalardaki karşılığını gün geçtikçe yitirmektedir. Şüpheden Sanık Yararlanır ilkesi ve benzeri pek çok Anayasal ve yasal hükümlerin uygulanamamasının nedenleri pek tabi yargıçların ilgili düzenlemeleri bilmemeleri veya yetersiz kalmalarından kaynaklanmıyor. Yargımız maalesef ki siyasi ve toplumsal baskı altında çalışmaya mahkum vaziyette olup verilen kararlar hukuka uygun olup olmadığından ziyade toplumsal baskı ve öfkeyi ne denli yatıştırdığına göre değerlendirilmektedir. Oysa verilen karar hukuka uygun olduğu halde toplumsal vicdanı zedeliyorsa burada öfke ve tepkinin gösterileceği adres yasaları uygulamakla görevli yargı organları değil yasaları düzenlemekle görevli TBMM'dir. Ekonomik krizler, toplumsal olaylar, sokakların güvensizliği ve artan suç oranları direkt olarak hukuka olan güvenin azalmasının yansılamalarıdır. Elbette yargıya olan güvenin azalmasında yargı organlarının işleyişindeki aksaklıklar da etkilidir ancak asıl ve temel neden yargı üzerindeki baskıdır. Haftalardır gündemi ''Suça Sürüklenen Çocuklar'' kavramı işgal etmekte olup yaş aralığına göre verilen cezai indirimler sıklıkla tartışılmakta ve bu tartışmalarda sanık koltuğuna ise yargı organları oturtulmaktadır. Oysa hakim önüne gelen somut olayda yasalar neyi emrediyorsa onu uygulamakla mükelleftir. Geçen hafta ilimizde gerçekleşen ve memleket olarak dikkat kesildiğimiz 16 yaşındaki yabancı uyruklu bir çocuğun poligondan silah ve mermi çalarak kayıplara karışmasını yakından takip ettik. İlgili çocuğun 15 yaşını dolduğunu varsaydığımızda Türk Ceza Kanunu madde 31/3'de yer alan emredici hüküm uyarınca hakim çocuk hakkında karar verirken 1/3 oranında indirim uygulamak zorunda kalacaktır. Bu durum karşısında ''Bu nasıl çocuk? ve Şehri birbirine katmanın cezası bu kadarcık mı ?'' gibi başlıklar ile yine yargı hedef alınacak kurtarıcı olarak ise bakan ve milletvekilleri kendilerini öne atacaklardır.
Sonuç olarak verilen tepkinin haklılığından ziyade tepkinin verildiği kurum da oldukça önemli olup verilen tepkiler karşında sonuç almanın tek yolu doğru zamanda doğru adrese yönelecek dozunda tepkiler ile isteklerin bildirilmesidir. Avukatlar, hakimler ve savcılar ancak kanunların kendilerine çizdikleri çerçeve içinde görevlerini ifa ederler. Oysa yasaları hazırlayıp hakim, savcı ve avukata yasalara uygulamalarını emreden kurum Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve milletin iradesini temsil etmekle görevli meclis kurtarıcı değil yükümlüdür.
Av. Ahmet KAZANCI