Bazı filmler vardır, izlediğiniz anda sizi yalnızca bir hikâyenin içine değil, bir karakterin kalbine taşır. Benim için Ölü Gelin tam olarak öyleydi. Emily’nin bakışlarında kaybolmuş bir umut, sesinde sonsuz bir sabır vardı. Tim Burton’un gotik masalında, karanlığın bile zarafetle dans edebileceğini o an fark ettim.

Tim Burton’un sinemasında ölüm bile renksiz değildir. Onun dünyasında karanlık, sadece gölgelerin değil, insan ruhunun da dilidir. Ölü Gelin’i izlerken, ölümün bu kadar zarif, bu kadar romantik anlatılabileceğini ilk kez o zaman hissettim.

Emily, bir gelinlik kadar saf, bir mezar taşı kadar sessiz. Ama sustukça konuşan bir kadın.

Dirilerin dünyasında unutulmuş, ölüler diyarında ışığıyla hatırlanmış bir ruh Emily. Burton bizi tam da burada yakalıyor: “Yaşamak” sandığımız şeyin içinde kaç kez öldük, “ölüm” dediğimiz yerde kaç kez yeniden doğduk?”

Emily’nin gözyaşlarında hepimizin yankısı var. Sevilmeyi beklerken tükenen, beklerken bile zarafetini koruyan, sonunda bırakabilmenin büyüklüğünü gösteren bir yankı.

Tim Burton’un sineması aslında dev bir ayna. Gotik tonların pastel bir masala dönüştüğü o dünyada, hepimizin gölgeleri dolaşıyor. Estetik kadar etik de bir çağrı bu: “Karanlıktan korkma; orada bile zarafet var.”

Ve Emily… Tüm zamanların en zarif vedasını yapan karakter. O gitmiyor, yükseliyor. Ruhunun özgürlüğüyle sahneyi terk ederken, bize şu cümleyi bırakıyor:

“Aşk bazen sahip olmak değil, bırakabilmektir.”

Ölü Gelin, benim için bir filmden çok daha fazlası. Ölümü değil, ölmeden önce kaybettiğimiz “yaşama cesaretini” sorgulatan bir sanat eseri.

Hepimiz biraz Emily’yiz — kırık, unutulmuş ama hala ışık saçan.