Bir yazar düşünün… Hayatı boyunca soğuğun içinden geçmiş, açlıkla kavga etmiş, rüzgârla arkadaş olmuş ve bütün bu yaşanmışlıkları öyle bir dille kâğıda aktarmış ki, üzerinden bir yüzyıl geçse bile hâlâ sayfaların arasından nefesini duyabiliyorsunuz. Yarın Jack London’ın ölüm yıldönümü. Ama bazı insanlar için “ölüm yıldönümü” demeye dil varmıyor; çünkü ardında bıraktıkları hâlâ capcanlı.

Jack London’ın kitaplarını okuyan herkes aynı duygudan bahseder: Gerçeğin ağırlığı. O hiçbir hikâyeyi masa başında uydurmadı. Altına hücum edenlerle yürüdü, Kuzey’in ayazını teninde hissetti, denizlerde fırtınalarla boğuştu. Sonra bütün bu yaşadıklarını, insanın değişmeyen yanlarını anlatan güçlü birer metafora dönüştürdü. Vahşetin Çağrısı ya da Beyaz Diş sadece roman değildir; insanın özüne yapılan bir yolculuktur.

Bugün Jack London’ı andığımızda, aslında yalnızca bir yazarı değil; hayatla kavga etmeyi öğrenmiş bir ruhu hatırlıyoruz. Onun sayfalarında bir köpeğin hayatta kalma içgüdüsünde kendimizi görürüz, bir insanın toplumla çarpışmasında kendi yaralarımıza rastlarız. Çünkü London, doğayı anlatırken insana, insanı anlatırken hayata dokunur.

Belki de bu yüzden onu okurken bir “yakınlık” hissederiz. Sanki masanın karşısına oturmuş, yaşadıklarını ağır ağır anlatıyormuş gibidir. Yalınlığı, dürüstlüğü ve acımasız gerçekçiliği… Hepsi bir araya geldiğinde, Jack London’ı yalnızca bir yazar değil, bir yol arkadaşı yapar.

Ölüm yıldönümünde ona dair hissettiğimiz şey de tam olarak budur: Kaybettiğimiz bir insan değil, hâlâ bize eşlik eden bir ses. Fırtınalı bir gecede kulağımıza eğilip “Devam et” diyen, düşsek de kalkabileceğimizi hatırlatan bir iç ses.