İnsanlık tarihi boyunca birbirinden binlerce kilometre uzakta yaşayan toplumların benzer inançlara, benzer sembollere, benzer korku ve umutlara sahip olması her zaman dikkat çekmiştir. Jung’un “kolektif bilinçdışı” adını verdiği bu kavram, aslında insanoğlunun ortak bir düşünce havuzuna sahip olduğu fikrinin bilimsel ve felsefi temellerinden biridir. Peki bu ortak havuz nasıl oluşur ve neden bugünün dünyasında hiç olmadığı kadar önemli hale gelir?

Her birimiz kendi hayatımızın kahramanı gibi görünsek de aslında çok daha büyük bir hikâyenin küçük bir parçasıyız. Doğduğumuz andan itibaren, bizden önce yaşamış milyonların bıraktığı duygu ve bilgi tortularına temas ediyoruz. Masallardaki kahraman arketipleri, mitolojilerdeki tanrı figürleri, modern çağın süper kahramanları… Hepsi aynı içgüdüsel kodların farklı zamanlara uyarlanmış halleri. İnsan zihni, çağlar boyunca değişse de özünde aynı soruların, aynı arayışların peşinden koşuyor.

Bugün sosyal medya, bu kolektif havuzun görünür hale gelmiş hali gibi işliyor. Bir ülkede viral olan bir duygu akımı, anında dünyanın diğer ucunda karşılık bulabiliyor. Korkular, öfkeler, umutlar, dayanışma duyguları… Sanki görünmez bir ağla birbirimize bağlıymışız gibi aynı titreşimleri paylaşıyoruz. Teknolojinin sağladığı bu hız, kolektif bilinçaltının yüzeye çıkmasını kolaylaştırıyor ama aynı zamanda onu daha kırılgan hale de getiriyor.

İşte bu yüzden, kolektif bilinçaltına nasıl katkıda bulunduğumuz çok önemli. Söylediğimiz sözler, paylaştığımız fikirler, hatta çevrimiçi bıraktığımız küçük izler bile bu dev havuzun rengine etki ediyor. Bir nevi zihinsel ekosistemde yaşıyoruz. Kimi insanların kutuplaşmayı artıran öfkeli paylaşımları toksik birer madde gibi yayılırken, kimilerinin iyileştirici sözleri bu havuzu temizliyor.