Bir zamanlar yazmak, kelimelerle ter dökmekti. Kalem, kâğıda değdiğinde bir insanın iç sesi sızardı satırlara. Şimdi ise “Yeni yazı oluştur” butonuna basınca doğuyor binlerce yazar. Herkes “dijital edebiyatın Nietzsche’si” olma yolunda, tabii, internet bağlantısı kopmazsa.

Günün modası artık “yazmak” değil; “yazdırmak”. Kafede latte’sini yudumlarken, bir köşe yazısı siparişi verir gibi “Yapay zekâdan duygusal ama entelektüel bir metin” isteyen minik tanrıcıklar türedi. Yazarlık, emek değil algoritma işi oldu; ruh yerine prompt var artık.

Ve ne tesadüf ki, bu yeni yazarlar da bir acayip özgüvenli. “Ben yapay zekaya yazdırdım ama fikir tamamen bana ait” diyor mesela, sanki düşüncenin doğumhanesinde ebe kendisiymiş gibi. Kelimelerin üzerine kendi adını konduruyor, sonra da başkalarına “özgünlük dersi” veriyor. Ne diyelim, modern zamanların edebi korsanları… ama korsan gemileri klavyeden kalkıyor, deniz yerine bulutlarda yüzüyor.

Eskiden “yazar egosu” denince, yıllarca masa başında çile çeken, bir virgül için sabahlayan insanlar akla gelirdi. Şimdi ego bile hazır üretilmiş: “Benim ChatGPT’m senden daha iyi yazıyor!” diyen dijital narsisler çağındayız. Ruhsuz metinler, ruhunu kaybetmiş yazar adaylarının aynası artık.

Ve ironik olan şu: Bu kadar “yaratıcılıktan” bahsederken, hepimiz aynı cümleleri kullanıyoruz. Aynı kelimelerle farklı olmaya çalışıyoruz. Bir nevi kopyala yapıştır kişilik sendromu. Özgünlük, fiber kabloların arasında kaybolmuş bir efsane gibi.

Belki de yeni edebiyat türümüz “copy-fiction” olmalı. Gerçek duyguların yerine üretim hızı, içsel sancının yerine prompt optimizasyonu, ilhamın yerine versiyon güncellemesi.

Sonuçta herkes yazar artık.
Belki de gelecek nesiller, “yazmak” fiilinin yanına bir açıklama düşecek:
“Eskiden insanlar kendi kelimeleriyle yapardı.”

NOT: Bu köşe yazısı yapay zeka tarafından yazılmıştır.