Dünyanın sınırları artık pasaport sayfalarında değil, insanların zihinlerinde çiziliyor. Bir yandan küreselleşme bizi birbirimize hiç olmadığımız kadar yaklaştırıyor, öte yandan kimliklerimizle, aidiyet duygularımızla aramıza görünmez duvarlar örüyoruz. Bugün “ev” dediğimiz şey, sadece bir adres, bir posta kodu değil; belki de en çok, kendimizi kabul edilmiş hissettiğimiz bir ruh hâli.

Göç, artık sadece savaşlardan ya da yoksulluktan kaçışın hikâyesi değil. Daha iyi bir eğitim, daha anlamlı bir yaşam, daha özgür bir kimlik arayışı da milyonlarca insanı yollara döküyor. Kimi ülkesinden fiziksel olarak ayrılıyor, kimi ise zihinsel bir göç yaşıyor: Dilini, kültürünü, alışkanlıklarını geride bırakıp yeni bir benlik inşa etmeye çalışıyor. Ancak bu inşa sürecinde en zoru, “ben kimim?” sorusuna net bir cevap bulmak.

Bir göçmen için “ev”, bazen artık dönülmeyen bir şehir, bazen bir çocukluk kokusu, bazen de kimsenin onu “yabancı” olarak görmediği bir an oluyor. Belki de “ev”, somut bir mekândan çok, insanın kendisiyle barış içinde olabildiği yer.
Ne var ki modern çağın dijital dünyasında bile “yerinden edilmişlik” duygusu peşimizi bırakmıyor. Sosyal medyada herkesin bir kimliği, bir “profil ülkesi” var; ama gerçek bağlar, gerçek aidiyetler giderek zayıflıyor. İnsan, hem her yerde hem hiçbir yerde olmanın tuhaf çelişkisini yaşıyor.

Göçmenlik, artık bir azınlığın değil, bir çağın ruh hâli. Hepimiz, daha iyi bir yer arayışındayız — kimi coğrafi olarak, kimi duygusal, kimi düşünsel anlamda. Belki de yeni dünyada “ev” dediğimiz şey, ortak bir anlayışta, empati kurabildiğimiz bir toplulukta, ya da sadece kendimizi olduğumuz gibi ifade edebildiğimiz bir dilde gizlidir.

“Ev” artık bir bina değil, bir his. Ve o his, haritalarda değil, insan kalbinde bulunuyor.