Her toplumun kendine özgü bir dokusu, bu dokudan beslenen bir sanat anlayışı vardır. Coğrafya, inanç, üretim biçimi ve toplumsal yapı; sanatın dilini ve biçimini belirler. Sinema da bu kültürel izdüşümün en canlı örneklerinden biri. Fransız Yeni Dalgası’nda doğaçlama diyaloglar, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nde sokaklar ve amatör oyuncular, Alman Dışavurumculuğu’nda karanlık dekorlar ya da Japon Yeni Dalgası’nda tabu temaların cesurca işlenmesi… Her ülke, perdeye kendi ruhunu yansıtır.
Türk Sineması: Mücadelenin Perdesi
Türk sineması denince ilk akla gelen, kuşkusuz toplumsal gerçekçiliktir. 1960–1980 arasında Yılmaz Güney, Şerif Gören, Erden Kıral ve Zeki Ökten gibi yönetmenler; emek, sınıf mücadelesi, adaletsizlik gibi konulara cesurca eğildi. Sinema, sadece bir sanat değil, aynı zamanda egemen ideolojiye karşı bir direniş aracıydı.
Ancak 1980 darbesiyle bu damar zayıfladı. Sansür, yasaklar ve baskı ortamı, sinemanın politik gücünü törpüledi. 1990’lara gelindiğinde Yeşilçam çökmüş, sahneyi bağımsız yapımlar ve yurtdışı fonlarının yönlendirdiği festival sineması almıştı. Neoliberal kültür endüstrisinin yükselişiyle birlikte sinemanın dayanışmacı ve mücadeleci ruhu yerini bireysel anlatılara bıraktı.
Sinemanın Susturulan Sesi
Günümüzde toplumsal sorunlar derinleşirken, sinema giderek daha da sessizleşiyor. Politik baskılar, yapımcıları sorumluluk almaktan uzaklaştırdı; sinema artık sorunları aktaran, eleştiren bir sanat olmaktan çıktı. 68 kuşağının ve ruhunun bilinçli politikalarla yok edilmesiyle birlikte toplumcu bakışta çökertildi. Devrimci gençlik ya depresyonda ya cezaevinde; aykırı olan sistemli biçimde sindiriliyor.
Devlet destekleriyle ayakta kalan büyük yapımcılar, sektörde tekelleşerek yeni ve muhalif seslere alan tanımıyor. Eskiden festivaller bir nefes alanıydı. Oysa 60. Altın Portakal Film Festivalinde yaşanan kriz, bugün Türk sinemasının ne hâlde olduğunun en açık göstergesi. Sinema susuyor, çünkü konuşturulmuyor.
Minnetle Dönen Bir Sektör
Sinemanın çöküşü en çok iktidarın işine yaradı. Zira devlet desteği olmadan film çekmek neredeyse imkansız. Çekilse bile dağıtım ve izleyiciye ulaşmak başka bir engel. Aynı durum festivaller için de geçerli; artan maliyetler bilet gelirleriyle karşılanamayacak düzeyde. Bu nedenle sektör, büyük ölçüde "minnetle" ayakta kalıyor.
Bağımsız sinema kavramı neredeyse tamamen yok oldu. İktidar, senaryolara, filmlere, hatta festivallere açıkça müdahale edebiliyor. 59. Altın Portakal'da Emin Alper'in Kurak Günler filmiyle yaşadıkları bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Film yapım sürecinde Kültür Bakanlığı'ndan destek alan Alper, senaryoda değişiklik yaptığı, iktidarı dolaylı yoldan eleştirdiği gerekçesiyle aldığı desteği geri ödemek zorunda bırakıldı.
Bu tablo, Türkiye’de sinemanın ne ölçüde denetim altına alındığını ve iktidarın sanat üzerindeki kontrolünü ne boyuta taşıdığını açıkça gösteriyor.
Orta Ölçekli Prodüksiyon Bir Masaldır
Kimileri hâlâ “orta ölçekli” film yapım şirketlerinin dönüştürücü gücüne inanmak istiyor. Ancak gerçek şu ki, böyle bir alan yok. Orta ölçekli prodüksiyon dediğimiz yapıların çoğu aslında reklam ajansıdır. Ürettikleri içerikler ise genellikle markaların siparişiyle hazırlanmış, hikayeleştirilmiş tanıtım filmlerinden ibarettir.
Bu nedenle bağımsız sinema bir yana, özgün anlatıların bile yaşama şansı kalmamıştır. Sinema artık ya büyük yapımcıların piyasasına ya da sermayenin pazarlama stratejilerine hizmet ediyor.
Fransız "Yeni Dalga" akımının öncülerinden olan Godard’ın 1968 yılında gençlik ve işçi hareketlerine destek olmak için Cannes Film Festival’inde yaptığı konuşmayı hatırlayalım:
"Ben size öğrencilerle ve işçilerle dayanışma diyorum, siz kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz. Hepiniz dallamasınız."