
DÖŞ CEBİ
Mehmet Yaşar
Samet Yurttaş’ın Şiir Yolculuğu
Bazı şairler vardır, şiirleriyle değil de sanki yüzleriyle, ses tonlarıyla, susuş biçimleriyle yazıyorlarmış gibi gelir insana. Samet Yurttaş da onlardan biri. Onun mısralarını okurken bir genç adamın içini yakarak büyüdüğünü hissediyorsun: Sessiz, biraz utangaç, ama içten içe isyan eden bir ruhun mırıldanışı gibi.
Samet’in şiirlerinde her zaman bir yol var. O yol bazen Maraş’tan geçiyor, bazen kendi içine dönüyor, bazen de hiç gidilmeyecek bir yere uzanıyor. “Gurbet kervanları”ndan bahsederken aslında kimseye açıkça anlatamadığı bir iç göçü yaşıyor. Her dizesinde bir göçmen kuşun kanat sesi gizli; hem uzaklaşmanın, hem geri dönmenin sesi.
Onun kelimeleri fazla süslü değil, bilerek öyle seçiyor. Samet, dilin gösterişine değil, duygunun üryan hâline inanıyor. “Otuz üç şiir, otuz üç türkü. Otuz üç tütün yakıyorum. Bitmiyor gece.” dediğinde, bu kadar sade bir mısranın neden bu kadar ağır geldiğini düşünmeden edemiyorsun. Çünkü o “gurbet geceleri”, gurbetteki her dostun benzer duyguları yaşadığını anlatıyor bir yönüyle ve bitmeyen bir bekleyişin ortak karanlığı oluveriyor.
Samet’in şiirinde memleketin çeşitli renkleri vardır. Bazen şafaklar gibi dalgalanan bayrağımızın, bazen yıkanmış bir gömleğin, bazen yolda kalmış bir kervanın, bazen de köyden kente uzanan bir yolun rengini görürsünüz Köklerinden kopmadan yazıyor o. Ne şehirli olmakla övünüyor, ne taşralı kalmakla dertleniyor. Şehrin güzelliğini de, yorgunluğunu da; köyün imkansızlıklarını da sadeliğini de biliyor. İkisi arasında gidip gelen bir insanın dengesiyle kuruyor cümlelerini.
Onu en çok etkileyici kılan şey, duygularını abartmadan anlatması. Sanki “ben buradayım” demiyor, ama her dizesiyle kendini duyuruyor. Samet Yurttaş’ın sesi, bağırmadan konuşmayı bilen bir ses. Belki de bu yüzden şiirleri insanın kalbinde yankı buluyor.
Bazı şiirlerinde modern dünyanın yüzeyselliğine, insan ilişkilerinin yapaylığına dokunuyor; “robotik gülümseyişler” derken yalnızca bir imge değil, yaşadığı çağın tanısını da koyuyor. Kimi zaman bir âşık, kimi zaman bir tanık, kimi zaman da sessiz bir anlatıcı gibi.
Samet Yurttaş’ın şiirleri, bir genç adamın dünyayı anlamlandırma çabasıyla dolu. O, kelimeleri birer süs olarak değil, birer tanıklık olarak kullanıyor. Ve belki de asıl gücü burada: gösterişsiz, samimi, inatla kendi yolunda.
Onu okurken hep şu duygu kalıyor geriye: Şiir yazmak, bazen sadece “yolda olmak”tır. Samet o yolun yolcusu; acele etmeden, bakarak, hissederek, usulca yürüyen bir şiir yolcusu.
Yolu açık, yolculuğu mübarek olsun Samet Yurttaş’ın…
Hasan Bazı
Ömür
güneş batıyor, ömür bitiyor ve akşamın sessizliğine kalıyoruz garip hayatlarımızla. bir telaşedir sürüp gidiyor ömürlerimizde. bir nefes sonrasının hesabını bilemezken koca ömrün hesap cetvelini çıkarıyoruz. günün yorgunluğunu atmak için gönül yorgunluğunu görmezden geliyoruz. aklımıza getirmemek için unutuyoruz bazı şeyleri. bazense unutmak istiyoruz unutamadığımız şeyleri. bir gülümsemenin arkasına saklıyoruz asırlık dertlerimizi. bir gülümsemenin ardına gizliyoruz bin yıllık melâlimizi.
uzaktan tınılaşan seslerimiz yüzümüzü örtüyor. bir kisvedir gönül burukluklarımızın üzerini kaplayacak. bir muhabbettir, bir bardak çaydır içimizi ısındıracak. göz yaşlarımızı gizleyecek bir beyaz güldür. bir huzur arıyoruz, içimizi sükûnete erdirecek. bir mutluluk arıyoruz, hüznümüzü dindirecek. bir sessizlik arıyoruz bunca kalabalığın içinde kendi sesimizi duymak için. bu âlemde seyrandayız kendimizi bulmak umuduyla. bir gönül arıyoruz derdimizle içine sığınabileceğimiz, dermanımızı bulabileceğimiz bir gönül... etrafımıza çektiğimiz duvarlar üstümüze yıkılıyor. kalıyoruz bin bir umutla ördüğümüz, bir ömür verdiğimiz enkâzın altında...
buluyoruz kaybettiklerimizi, farkına varıyoruz gözden kaçırdıklarımızın. görüyoruz bizi derinden etkileyen hakikatleri...
gecenin ağır bastığı bir zamanda çöküyor bağrımıza, gönlümüze bir hançer gibi saplanıyor hüzün. bir sancıdır, pişmanlıktır dilimizin ucunda keşkeler... bir garip histir yapamadıklarımız.
bir şiirin son mısrasında tıkanır boğazımız, çıkmaz sesimiz, gözlerimizden gecenin bütün hüznü dökülür. kayar yanaklarımızdan hatırâlar. kuvve-i hayâlimizde yankılanır sesler. elimizin soğukluğundan buğulaşır cam... mum ışığı titreyerek kendine gelir. bir mum ışığının titremesinde görürüz kaderimizi...
güneş batar, ömür biter. akşamın olmasıyla birlikte seslerimiz kısılır. kandiller yanar muhabbetlerin demlendiği evlerimizde. biz bulmayı umduğumuz şeyi aramaya koyuluruz sönen kandillerle. "aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır."
Ömer Yalçınova
Hüzünlü Dost: Recep Şükrü Güngör
Recep Şükrü Güngör’ün gözlerindedir bu hüzün, ellerinde, saçlarında, oturuşunda, kalkışında, her halinde ve sözünde. Zaman zaman sinirlendiğine şahit olmuşsanız, artık kabı taşmış demekti. Öyle ki onun kızgınlığında o kabı vurup devirmek, hepten artık kendini hüzne bırakmak iştiyakı da vardı.
Ne yapılsa ulaşılamayacak, hakkında bir şey yapılamayacak yoğunluk ve uzaklıktaydı Recep Şükrü Güngör’ün hüznü. Okuduğu her kitapla biraz daha koyulaşıyor, acıya dönüşüyor, dili lal, dizleri dermansız bırakıyordu. Buluştuğu her dostuyla da sanki ne konuşursa konuşsun, hüzünden başka bir şey anlatmıyordu. O yüzden Recep Hoca’yla ne zaman bir araya gelsek, o hüzünden arta kalanlarla saatlerce konuşamaz, yerimden kımıldayamaz hale gelirdim.
Recep Hoca’nın öyle gözlerinin içine kadar güldüğünü bu yüzden az gördüm. İstanbul yıllarında sanki gözlerine bir ışık gelip konmuştu. Sonrasında o ışığı bir daha göremedim. Hikâyeciydi o ama en yakın dostları tarafından bile okunmuyordu.
Dostluk göstermek istiyordu ama türlü sebepler onun bu dileğini bile gerçekleştirmeye engel oluyordu. Bir de Recep Hoca’da kırgın bir aşk dile gelmese bile her zaman kendini hissettirirdi. O, adeta yolunu bulamamış bir su membaıydı. Ama su durduğu yerde durur mu? Onun her tarafını kuşatsanız, esen yelden yine hareket bulur. Recep Hoca da yerinde durmaz, sürekli bir mücadele içinde, seçenekleri zorlardı.
Üst üste hikâye yazardı. Yetmezdi şiirle meşgul olurdu. Dergi çıkarırdı, kitap yayımlardı. Hiç bilinmez ne zaman başlamış, elindeki bir kalın romanın redaksiyonunu bitirdiğini söylerdi. Okuduğu kitaplar, belki dağ koymamış aşmıştır. Edebiyat en kalitelisinden en seviyesizine onun dağarcığından dökülür, söz olur, eleştiri libasına kuşanır ya da övgü cevheriyle hak ettiği yere konurdu.
Recep Hoca burada değildi ama buradaydı. Aynı şekilde buradaydı ama sanki burada değildi. Rica ederdiniz ondan, emir telakki ederdi. Dosttu çünkü Recep Hoca. Bir öneride bulunduğunuzda görev bilirdi bunu. Çalışkandı çünkü Recep Hoca. Yardım isteyen herkesin Hızır’ı olmak isterdi. Çünkü onda dokunsan kırılacak kadar narin bir kalp vardı. Öyle olduğundan Recep Hoca, kendi membaında taştı durdu. Ondan ayrılan su kolları, bu sefer de güneşin acımasız sıcağıyla sıkıştırıldı. O, yine de vazgeçmedi. Vazgeçtim dediğinde bile sanki uzaklardan bir koku alır gibi eli kaleme, zihni düşüncelere, kalbi hikâyelere doğru uzanırdı.
Recep Şükrü Güngör, tam da kıvamını bulduğunda, üslubuna kavuştuğunda kaleme küsmüştü. Defalarca ısrar ettim, bunu kendine, kalemine yapma diye. Ama küsmüştü işte. “Kimse okumasa, yayımlanmasa da yaz.” diyordum ona. Biliyordum ki Recep Şükrü Güngör imzası taşıyan her metnin bu dünyaya, kalp derinliklerinin dip bucaklarına söyleyecekleri vardı.
Doktorasını tamamladığı ve üstelik günümüz üniversitelerinde edebiyat profesörü diye şımartılan yüzlerce insanın yanından bile geçemeyeceği birikime sahip olduğu halde Aile ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde şirket personeli olarak çalışıyor, boş zamanlarındaysa nalburluk yapıyordu.
Ah etmişti Recep Hoca! Kahır doluydu Recep Hoca! Ama ne ahını duyan vardı, ne de kahrına yol açan engellemelerin bu ülke için nasıl bir kayıp olduğunu anlayan. Başında bere, sırtında tozlu bir yelek müşterilere kazma kürek çeşitlerini gösterirken o, sanki kahrını Allah’a (cc) şikâyet ediyordu. Belki de 6 Şubat depremlerinde vefatıyla o, hüznünü de Allah’a (cc) sunmak istemişti.
İbrahim Bayram
Bulanmak
Geriye dönüşümün serkeşliği tekrardan yazışım.
Umursamaz oluyorum şu aralar hiçbir şeyi
Her şeyi aralamaya çalışırken,
Hiç bir şey oluyor her şey.
Kelimeler hiç oluyor
Tıkanıp kalıyor gırtlağıma düğümlenen insicam
Yitik şehirlerin sessizliğiyle ilerliyorken,
Çaresizleşiyor dakikalarım
Zemheri ürpertisiyle,
İrin pompalıyor damarlarıma kalbim.
Çığlık çığlık zamanın hengamesiyle enkazlaşıyorum.
Sükûnetin vebal gölgesinde,
Bir müşkülü deşiyor beynim
Kan revan içinde bitap ve silik.
Pişmanlığım, kahrın otağına ser sebil
Tek hece, ilk kelime, bir cümle ve son sayfa…
Ve korkular, hatırlanmayışımın esareti
Zincirlenmiş ufukların paslı duvarına
Perçinlenmiş zindanlarım
Ne çağlar boyu yazılmış nice destanlar kalır geride,
Ne de, dağlara söylenmiş türküler kâr eder karanlığıma…
İçimde somurtuyor,
Ateşiyle ve isyanıyla gerilimin emzirdiği eyvahlar
Çatlayan bir toprak ve taşan bir nehir…
Kızaran bulutlarımın tutuşturduğu bir bedeldir,
Aşka ve sevdaya dair ağlamaklı olmak
Hüzündür, nemdir, bir çırpıda çarpılmaktır velhasıl.
Uğra adanmışlığımla serpilmek kuytuların avareliğine
Omuz vermek çileye ve sadakatle dayanmak.
Alın yazısı boğdurulmuş gecenin ayazıyla
Zamana dur demektir intiharım.
Küflü bir mezar ve sancılı bir hayat.
Ferhat Altun
Seni Sevmek Üç Kere Yok
bende ellerinin tarifi kefendir
yüzünü güle nispet etmek ne haddime
tüten bir tütün değil
son bir ocak oldun yüreğime
ben çatısı uçmuş bir evdim
seni bir kere sevdim
üç kez yok oldum
seni sevmek üç kere yok
ve uçurumdan attığım
ve baltayla kovaladığım
ve sen teneşirdeyken
tebeşirle sana aksıran bir ruh çizdiğim
o dirilmeler
o mezar yarılmaları
o yaşamaklar çağı artık yok
yok seni sevecek benden başka
seni bir kere sevdim
üç kez yok oldum
Samet Yurttaş
Günah Gömleği Giydirilmiş Çeşme
Gölbaba’da bir garip çeşme
Yıllardır yapayalnız ve kimsesiz
Sanki ufka akıyor suları
Derinden ve sessiz sessiz
Genç kızlar kaçarak annelerinden
Saçlarını yıkıyorlar
Saçları bir el gibi uzuyor güneşe
Henüz kirletilmemiş berrak sularından
Aşağıda bir çoban diz kırıp oturmuş
Selvinin gölgesine
Ağıtlar yakıyor sürüsünden habersiz
Keçiler daldan dala atlıyor
Düşten düşe atlayan Çobançeşme’sinde
Gölbaba’da bir garip çeşme
Yıllardır yapayalnız ve kimsesiz
Başına sinek gibi üşüşmüş
Geceden kalma adamlar
Sarhoş ağızları çeşmenin ağzında
Elleri kirli yüzleri kara gözleri şiş
Gölbaba’da bir garip çeşme
Yıllardır yapayalnız ve kimsesiz
Bir küfür gibi kesilmiş birdenbire
Şimdi günah gömleği giydirilmiş
Garbi Yeli’ne sizden de bir esinti gelsin isterseniz, buyurun:
Sayfa Yönetmeni: Mehmet Yaşar
Sayfa Editörü: Ufuk Türk
Sayı:19
Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi yayınıdır.
Her hafta Cuma günü yayımlanır.