Geçen gün Siyasal Bilgiler Fakültesini bitiren, doktora yapan, yıllarca Türkiye’nin sayılı üniversitelerinden birisinde akademisyen olarak çalışıp emekli olan bir hocamız ile siyaset üzerine sohbet ettik. Bize yaşadığı enteresan bir olayı aktardı.

“Siyaseti hep sevmişimdir. Yıllar yılı memurluk yaptığımızdan siyaset ile aramıza mecburen bir sınır koyduk. Emekli olunca ilgi sempati beslediğim partinin il binasından içeri girdim. Tanıştık, hasbihal ettik. Bir süre geldik gittik. Aradan zaman geçtikçe, partide bulunan yetkili zatların beni kendi makam ve mevkilerine tehdit olarak gördüklerini hissettim. Bakışlar değişti, ilgi alaka kesildi. Öyle ya, onlar bu partiye yıllarını vermişlerdi. İl başkanı, ilçe başkanı, Kültür Sanat ve Turizm Başkanı, İl Divan Kurulu Kadın Kolları Başkanı, başkan da başkan… Benim gibi üç günlük parti üyesinden başkan mı olur. Hatta bunu sesli olarak dillendirmeye başladılar. Tartışmalar sığ, fikirler sloganlardan ibaret. Anladım siyaset bana göre değil.”

1961 Anayasası ile birlikte, memurların siyasi partilere üye olması kesin biçimde yasaklandı. Gerekçe açıktı: Kamu hizmetinde tarafsızlık.

İlk bakışta mantıklı görünen bu kural, yıllar içinde bambaşka bir tablo doğurdu. Türkiye’de işsizlik, güvencesizlik ve özel sektörün kırılganlığı yüzünden zeki, çalışkan, akademik başarıya sahip gençlerimiz büyük ölçüde memurluğu tercih ediyor. Anne babaların çocuklarına ilk ve en önemli tembihi, “Aman oğlum devletin yakasından tut”

Tutulan bu yaka, ömür boyu o bireye, ailesine, çocuklarına güvenli bir hayat, ekonomik bir gelir, saygın bir ortam sağlıyor.

Ekonomik belirsizliğin olduğu, dışarda ekmeğin aslanın ağzında olduğu, sürekli siyasi ve ekonomik krizlerle boğuşan ülkede, bu ülkenin en zeki öğrencilerinin de devlet memurluğuna giden en kestirme yol olan öğretmenlik, hemşirelik, Doktorluk vb. bölümleri tercih etmesi, fakülteyi bitirir bitirmez kendilerini devletin güvenli kollarına atmaları en doğal seçenek. Anne babalar haklı mı: haklı.

Ancak memur oldukları anda, siyaset kapısı yüzlerine kapanıyor. Devleti bilen, yönetim tecrübesi edinen, akademik donanım sahibi bu kitleler siyasete giremiyor.

Peki siyaset sahnesi kimlere kalıyor? Çoğu zaman serbest meslek sahiplerine, ticaret erbabına, hukukçulara, esnaflara… Yani siyasetin ana damarları; bürokrasiden, bilimden, akademiden değil, daha çok ticari ve toplumsal ilişkilerden besleniyor. Bu da Türkiye’nin siyasal hayatını bilgi ve liyakatten çok, çıkar ilişkileri ve popülizm üzerine kurulu hale getiriyor.

Oysa Almanya’da, İngiltere’de, ABD’de kamu görevlileri belli kurallara uyarak siyasi partilere üye olabiliyor, hatta bir noktadan sonra devlet deneyimlerini parlamentoya taşıyabiliyor. Bizde ise 1961’den beri bu kapı kapalı. Sonuç? Liyakatin ve aklın siyasete girmesi engelleniyor.

Neden en iyi yetişmiş insanlarımız siyasetin dışında kalsın?

Geçmişte ve günümüzde çok aktif, çok zeki, ülke ve toplum yararına pozitif icraatları olan siyasetçiler olduğu yadsınamaz. Neden ülke yönetiminde daha çok serbest meslek sahipleri, ticaret erbabı ya da esnaf ağırlığı var da, bilim insanları, uzman memurlar neden olmasın?

Bu ülke neden yeni Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan çıkartamıyor, neden her seçimde “Yahu tamam bu o kadar iyi değil ancak başka seçenek yok” diyoruz? Koca 85 milyonluk ülkenin yeni liderler çıkartamamasının sebebi, bu ülkenin parlak insanlarını memur yapıp, bir ömür boyu siyasetten uzak tutmak olmasın!

Evet, memur tarafsız olmalı. Tarafsızlık, gerçekten yasaklarla mı korunur; yoksa etik, denetim ve şeffaflıkla da mümkün değil mi?

Bu ülkenin en büyük kaybı, siyasetin bilgiyle buluşamaması. Eğer kapılar liyakatli insanlara kapanırsa, yönetimde hep bir eksiklik hissedeceğiz: Bilgi, deneyim ve adalet eksikliği…