Bir binayı sağlam yapan şey, sadece kolon sayısı değil; içine koyduğumuz dürüstlüktür, denetimdir, hak gözetmektir.  Artık sadece evlerimizi değil, alışkanlıklarımızı da dönüştürme zamanı. Yoksa bu sessizlikte, bir sonraki çığlığı hepimiz duyacağız.

                Artık herkes biliyor: Türkiye bir deprem ülkesi. Sadece bilim insanları değil, sokaktaki çocuk bile bunun farkında. Ama asıl sorun şu; bildiklerimizi yaşadıklarımızla örtüştürebiliyor muyuz? Her büyük depremden sonra ortaya çıkan toplumsal acı, yıkım ve kayıplar; birkaç hafta, bilemediniz birkaç ay gündemde kalıyor. Sonra her şey unutuşa teslim oluyor. Ta ki yeni bir sarsıntıya kadar…

               Kentsel dönüşüm, işte bu unutuşun içinde, hem bir umut hem de bir karmaşa olarak karşımıza çıkıyor. Kimi zaman rantın peşinde koşan projelere dönüştürülüyor; kimi zaman da gerçekten yaşanabilir, güvenli yapılar için bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Ancak bu noktada sorulması gereken en temel soru şu: Kentsel dönüşüm, yalnızca binaların değişmesi mi, yoksa bir zihniyet dönüşümünü de içeriyor mu?

               Depremle yıkılan sadece binalar değil. Güven duygusu da yerle bir oluyor. İnsanlar evlerine bir daha güvenle bakamıyor, çünkü betonun ne kadar sağlam, kolonun ne kadar dürüst olduğunu artık sorgulamak zorundalar. İşte bu yüzden, sadece mühendislik değil; vicdan, denetim, etik ve kamu yararı da bu dönüşümün içinde olmak zorunda.

                 Bugün hâlâ riskli bölgelerde yaşayan binlerce insan var. Kimi kira desteği alamıyor, kimi taşınacak yer bulamıyor, kimi yıllardır süren dönüşüm belirsizliğinin içinde sıkışıp kalmış. Bu da gösteriyor ki mesele sadece teknik değil; aynı zamanda sosyolojik, ekonomik ve en çok da ahlaki bir mesele.

               Depremi unutmak doğal bir süreç değil, bir tehlikedir. Kentsel dönüşümü sadece betonarme bir mesele olarak görmek ise bu ülkenin geleceğine yapılacak en büyük haksızlıklardan biridir. Her binanın içinde bir hayat, her kolonun ardında bir umut olduğunu unutmadan; bu dönüşümü vicdanla, şeffaflıkla ve hakkaniyetle gerçekleştirmek zorundayız.

                Kentsel dönüşüm güzel kelime ama neye dönüştüğümüz belli değil. Bazı semtlerde yoksullar yerinden ediliyor, yerine koca koca binalar dikiliyor. Evet, daha sağlam, daha yeni… Ama o evin içindeki kadını, çocukları, yaşlıyı kim düşünüyor? O eski ev yıkıldığında, onunla beraber yıkılan komşuluğu, balkondan balkona uzanan tabakları, bayram sabahı börek kokan o merdiven boşluklarını kim geri getirecek? Dönüşüm planlarken o mahallede doğup büyümüş, sokaklarına aşina bir insanı yerinden alıp hiç tanımadığı bir bölgeye, şehre uzak bir yerde yapılan kibrit kutusu gibi binalara yerleştirmek ne kadar doğru. O insanların yaşanmışlıklarını, anılarını, kalplerindeki sıcacık mahalle ve komşuluk kültürünü de taşıyabilir misiniz? Bir ağacı kökünden söküp başka bir yere dikmek gibi… Hele de belli yaşa gelmiş bir insan ne kadar alışabilir bu yeni ortama?

               Kentsel dönüşüm sadece bir inşaat işi değil. Bu bir vicdan işidir. Bu memlekette hâlâ kerpiç evde yatan bir nine varsa, hâlâ gece çocuğunu yanına alıp “ya bu gece deprem olursa” diye dua eden bir anne varsa biz hiçbir şeyi dönüştürememişiz demektir.

                  Bu yazı, bir yapı mühendisine ya da bir siyasetçiye hesap sormak için değil. Bu yazı, sabah çocuğunun başını okşayıp “Bugün okuldan erken gel” diyen bir anneyi hatırlamak için.

                 Bu yazı, yerin altına gömdüğümüz sadece canlar değil, aynı zamanda vicdanlarımız, komşuluklarımız, umutlarımız olduğunu unutmamak için. Eğer dönüşeceksek, sadece evlerimiz değil; zihnimiz, kalbimiz, hatırlama şeklimiz de dönüşmeli.

        Yoksa o duvarlar ne kadar sağlam olursa olsun, biz içinden sağ çıkamayız. Dönüşüme insan ruhunu da katmalıyız.

          Hoşça kalın dostça kalın.