Sessizlik, modern dünyanın unuttuğu bir dil gibidir. Her şeyin sesinin arttığı, gürültünün kesilmediği bir dönemde sessizlik bir sığınak, bir kaçış yolu olabilir. Ama sessizlik sadece dış dünyadan gelen gürültülerin yokluğu değildir. Asıl sessizlik içimizdeki karmaşayı dinlemektir; kaybolmuş, unutulmuş duyguları, bastırılmış korkuları ve bastırılmış hayalleri duymaktır.

                  Modern hayatta her şey hızlı,  her şey gürültülü. Sosyal medyanın çığlıkları, sokakların hengâmesi, iş hayatının talepleri arasında kayboluyoruz. Kendimize dönmek, zihnimizdeki sesleri duymak, içsel boşluğu fark etmek, hemen hemen imkânsız hale geliyor. Ama tam burada, bu kaosun içinde sessizlik bir sığınak sunuyor.

                Ruh, gürültüde kaybolmaz; sadece varlığını unutmaya başlar. Duygularımız, düşüncelerimiz, özlemlerimiz, hepsi dış dünyanın sesleriyle ezilir. Oysa ruhun gerçek yurdu sessizliktir. Sessizlik, sadece kelimelerin eksikliğinden ibaret değildir. Sessizlik, bir anlam arayışıdır, içsel bir keşif, derinleşme fırsatıdır.

              Kendi içimize dönme cesaretini bulduğumuzda sessizlik bir dil halini alır. Onun içinde kelimeler yoktur ama anlam vardır. Ruh, her gürültüde bir parça kaybolur ama sessizlikte bütünleşir. Yavaşça kendimizi yeniden bulduğumuzda içimizde bir huzur uyanır. O huzur, dış dünyadaki kaosun ve karmaşanın tam tersidir, sessizdir, derindir ama aynı zamanda çok güçlüdür.

                 Sessizlik, sadece bir kaçış değil, aynı zamanda bir dönüşüm aracıdır. Onun içinde kaybolan anlamlar yeniden doğar. Tüm sesler sustuğunda, ruhun geriye ne kadar saf, ne kadar derin olduğunu fark ederiz. Ruh, dışarıdaki gürültüden değil, içindeki sessizlikten beslenir. Ve ancak sessizlik içinde gerçek benliğimizi yeniden keşfeder.

                 Artık insanlar neye yetiştiğini bilmeden koşuyor. Koşarken neyi unuttuğunu da sormuyor. Çünkü sormak durmak demek. Durmaksa tüm boşlukla yüzleşmektir. Oysa boşlukla baş etmek cesaret ister ve modern hayat cesaretten çok hız öneriyor.

             Eskiden yaşam bir hikâyeydi. Kimi zaman bir ağıtta, kimi zaman bir ninnide saklıydı anlam. Şimdi her şey tek tıkla ulaşılabilir, ama hiçbir şeye tam olarak ulaşılamıyor. Gerçek duygular, filtrelerin arkasında soluyor. Kalabalıklar içinde daha yalnız, daha suskun ve daha yorgunuz.

           Zenginlik arttıkça yoksulluk derinleşti: ruhun yoksulluğu. Raflarda kitaplar, duvarlarda tablolar, ceplerimizde son teknoloji; ama içimizde kimsesiz bir çocuk gibi büzülmüş duruyor anlam. Çünkü bu çağ, göstermeye değer her şeyi çoğalttı, hissetmeye değer olan her şeyi unutturdu.

            Hayat, ne kadar planlarsak planlayalım, beklenmeyenle şekillenir. Ve biz her anı yönetmeye çalışırken aslında hiçbir şeyi yaşamıyoruz. Zamanı kontrol etme takıntımız, onun içindeki mucizeyi kaçırmamıza neden oluyor. Oysa anlam, kontrolün değil, teslimiyetin içinde gizlidir.

                  İnsanın içi karanlık değildir. Sadece uzun süredir girilmemiştir. Ve karanlık sandığımız yer, belki de sadece anlamla aydınlanmayı bekliyordur.

                  Belki de anlam, dışarıda değil. Bir sabah çayın buharında, bir akşam yolda yürürken hissettiğimiz sebepsiz hüzünde, bir şarkının içinde yankılanan o kırık notada gizlidir. Belki de anlam, büyük zaferlerde değil; kaybedişlerin sabrında, yavaşlığın bilgeliğinde saklıdır.

            Ve belki de bizler, hepimiz bir cümle bekliyoruz: Bizi biz yapan, yitirdiğimizi hatırlatan, unuttuğumuz yerden seslenen bir cümle. Belki de o cümle sensin.

           Çünkü modern hayat ne kadar çok şey öğretiyorsa, bir o kadar da unutturuyor. Ve bizim asıl görevimiz hatırlamak.

                 Sessizlik, modern dünyanın unuttuğu bir dil gibidir. Her şeyin sesinin arttığı, gürültünün kesilmediği bir dönemde, sessizlik bir sığınak, bir kaçış yolu olabilir. Ama sessizlik sadece dış dünyadan gelen gürültülerin yokluğu değildir. Asıl sessizlik, içimizdeki karmaşayı dinlemektir; kaybolmuş, unutulmuş duyguları, bastırılmış korkuları ve bastırılmış hayalleri duymaktır.

             Modern hayatta her şey hızlı, her şey gürültülü. Sosyal medyanın çığlıkları, sokakların hengâmesi, iş hayatının talepleri arasında kayboluyoruz. Kendimize dönmek, zihnimizdeki sesleri duymak, içsel boşluğu fark etmek, hemen hemen imkânsız hale geliyor. Ama tam burada, bu kaosun içinde, sessizlik bir sığınak sunuyor.

                 Ruh, gürültüde kaybolmaz; sadece varlığını unutmaya başlar. Duygularımız, düşüncelerimiz, özlemlerimiz, hepsi dış dünyanın sesleriyle ezilir. Oysa ruhun gerçek yurdu, sessizliktir. Sessizlik, sadece kelimelerin eksikliğinden ibaret değildir. Sessizlik, bir anlam arayışıdır; içsel bir keşif, derinleşme fırsatıdır.

            Kendi içimize dönme cesaretini bulduğumuzda, sessizlik bir dil halini alır. Onun içinde kelimeler yoktur ama anlam vardır. Ruh, her gürültüde bir parça kaybolur. Ama sessizlikte bütünleşir. Yavaşça, kendimizi yeniden bulduğumuzda, içimizde bir huzur uyanır. O huzur, dış dünyadaki kaosun ve karmaşanın tam tersidir; sessizdir, derindir, ama aynı zamanda çok güçlüdür.

          Sessizlik, sadece bir kaçış değil, aynı zamanda bir dönüşüm aracıdır. Onun içinde, kaybolan anlamlar yeniden doğar. Tüm sesler sustuğunda, ruhun geriye ne kadar saf, ne kadar derin olduğunu fark ederiz. Ruh, dışarıdaki gürültüden değil, içindeki sessizlikten beslenir. Ve ancak sessizlik içinde, gerçek benliğimizi yeniden keşfederiz.