Eeee, verdik ne olacak? 

De get lan işine Allah’ın vicdansızı. Ne demek vicdansız medya, sen kim oluyon da bana ‘vicdansız’ diyebiliyorsun. Benim vicdanımı tartacak terazi daha icat edilmedi Göebbels efendi. Kafamın tasını attırma, beni oraya getirme, gelirsem kafanı gözünü kırarım, seni anandan doğduğuna pişman ederim! Kimsin sen, kilon kaça, özgül ağırlığın ne? Hangi hakla ve gerekçeyle beni vicdansızlıkla itham ediyor, beni itibarsızlaştırmaya çalışıyorsun! Kimin adamısın, kimin ajanısın, kimin arka bahçesisin bilmiyorum ama sen bittin oğlum, bittin sen!

Tamam da, bu herif durup dururken bu lafı neden söyledi? Söyleyene değil de söyletene bak diyeceğim de, tetikçilik yapacak başka birini bulamıyorum, üstelik tanımıyorum da…

Ama şunu bilirim, ki atasözümüzdür, “Perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi…”

*

Herkes gibi gazeteciler de vicdanlıdır, merhamet sahibidir, feraset ehlidir. Belki evliya değillerdir ama benim gibi geçmişte ’Evliya dolmuşları’na çok binmişlikleri olduğundan, merhameti de, feraseti de çok kişiden daha iyi analiz edebilecek yapıda, karakterdedirler.

Bir yerden, bir şekilde bulaşmıştır diye düşünüyorum!

*

Bir yılı geride bıraktık acısıyla, tatlısıyla. Korona başta olmak üzere, yanlışlarla, hatalarla, kırılan potlarla, tehditlerle, langir-lingir adamlarla, gazeteci kılıklı şantajcılarla mücadele ettik, arpa boyu kadar yol alabildik mi emin değilim, ama herkese ikiye bölündü; karpuz gibi, armut gibi, hıyar gibi, domates gibi… Abooooo, manava döndü valla yazı!

Partilerde, dondurma-pastane sektöründe, basın kuruluşları arasında, gazeteciler bile ikiye bölündü. Din tutar gibi takım tuttuk, parti tuttuk, pastane tuttuk, adam tuttuk, başkan tuttuk, milletvekili tuttuk, bürokrat tuttuk! Tutarken de birbirimizden koptuk! Sevgiyi unuttuk, saygıyı başka yerlerde aramaya başladık, sadakati, samimiyeti görenlere ödül verecek hale geldik!

Herkesin ayrı partisi, ayrı takımı, ayrı pastanesi var.

*

Ben gene şu basın meselesine gelmek istiyorum. Hani Göebbels efendinin dediği, “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım!”

Ulan oğlum Göebbels, sen kaşınıyon galiba!

Hangi dangalak söyledi sana benim vicdansız olduğumu, halkı bilinçsizleştirdiğimi, karpuz gibi ikiye böldüğümü? Nerenden uyduruyon oğlum!

Bak Maraş’a, bak arkadaşlarıma, valla sulu nimet bizdeki yerel basın! Eleştirseler de edeplerinden bir şey kaybetmiyorlar, tadında, tuzunda, yağında eksiklik yok eleştirinin!

Vur deyince öldürenleri saymıyorum! Onları gazeteci yerine de koymuyorum zaten! Eleştiri ile hakaret arasındaki farkı bilemeyecek, gözetemeyecek kadar zıvanadan çıkanları, şirazeyi kaybedenleri, şaftı kayanları bir tarafa bırakıyorum da, vallahi de billahi de yemin etsem başım ağrımaz, bizim basın var ya bizim basın, dedim ya sulu nimet!

*

Yine demişsin ki, “Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara oranla daha çabuk inanır.  Sürekli yalan söyleyin, yalan yazın, mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa şayet, yalanlara devam edin!”

Fesuphanallah… Oğlum sen deli misin, deli Memmed’in köyünden misin? Sen aklını yitirdin galiba. Seni Bakırköy’e yatırmalı, tedavi altına almalılar. Sen beni, bizi nasıl olur da başkaları ile aynı kefeye koyarsın kefere!

Sen kimsin ki bana, bize gazetecilik dersi vermeye kalkışıyorsun! Bu cesareti kimden aldığını bir söyle hele! Yoksa sen de dış güçlerin maşası mısın, bizi kıskanan Avrupa’nın satılık militanı mısın?

Bizim senden alacak aklımız yok, çok şükür ki bizim aklımız bize yetiyor, senin gibi dingillerin akıldaneliğine ihtiyacımız olmadı, olmaz da!

Duymamış olayım, bizim mahallenin delileri var, üstüne salarım, haşatını çıkarırlar yemin olsun!