1- Merhaba.

Merhaba Ali Bey.

2- Okurlarım sizi tanısın istiyorum, kendinizi tanıtır mısınız?

Hay hay Efendim. Öncellikle teşekkür ile kelama başlamak isterim. Dikkatiniz, rikkatiniz ve nazik davetiniz için… 70’li yılların yaz aylarına tesadüf eden bir vaktinde Zonguldak’ın şirin bir balıkçı köyünde doğmuşum. Tabii şimdilerde balıkçılık, bir geçim derdi değil de bir gönül esenliği uğraşısı oldu. Evimizin sırtı dağa, ufku denize nazırdı. Mevsim geçişlerini dağ ve deniz üzerinden izlemeyi çok severdim. Nedense o vakitleri özlüyorum…İlkokul yıllarım yine bu sahil köyünde geçti. İlkokulun beş senesinde beş öğretmen değiştirdik. Tabi şimdiki imkânlar yok o zaman bu gibi yerlerde. Gelen en fazla bir yıl kalıp gidiyor. Rahmetli babaannem irfan sahibi biriydi. Üzerimizde emeği çok fazla, rahmet olsun. Bu durumu önceden sezmiş olmalı ki küçük ablamla birlikte –Oğlum köy yerinde okunmaz, en iyisi mi sen tahsiline şehirde devam et, dedi. Öylelikle şehir merkezindeki Zonguldak İmam Hatip Lisesi’nin ortaokul kısmına kayıt oldum. Tabi bu okullara o zaman imtihan ile girilebiliyor. Orta ve lise tahsilimi yine bu okulda tamamladım. Sonrasında Pamukkale Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi, öğretmenlik, evlilik, çocuklar, akademi derken çok şükür bugünlere de merhaba dedik. Hâlihazırda Kahramanmaraş İstiklal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak gençlerle birlikteliğimiz devam ediyor.

Whatsapp Image 2025 12 15 At 11.31.30 (3)

3- Kitaplara ilginiz ne zaman başladı, kitabın hayatınızdaki yeri nedir?

İnsanın kitapla olan irtibatı sadece bilgi transferi değil elbette. İşe biraz da insanı merkeze alarak “varlık ve şey” ekseninde yaklaşmak gerekiyor sanırım, en azından ben öyle düşünüyorum. Yani geçici de olsa bu dünyada bir yer edinmiş olan insanın; düşünme becerisini, hafızasını, muhayyilesini, söz varlığını, konuşmasını, yazma hünerini, diğer olan her şeyi tanımayı ve bilmeyi, yeni düşüncelerin doğuşunu, üretkenliği, farkındalığı, diğer-kâmlığı, stresi yönetmeyi, eleştirel düşünmeyi, sosyal bilinci ilk elden etkileyen bir süreç olarak görüyorum. Varlık ile şey’in doğrudan ve örtük irtibatı bendeki okuma eyleminin temel motivasyonu sayılır bu yüzden.

Kitap ve okuma eylemiyle âşinâlığım, hatırımı ortaokul yıllarına götürür. Ortaokul ve lise yıllarımın şehirde geçtiğini söyledim az önce. Bu cümleden; sabah gün kendini göstermeden evden çıkar, karanlık basarken eve dönerdik. Bizim oraların ifadesiyle hafta içi iki ezanın (sabah-akşam) arası, köyümüzün göğünü göremezdik. Bu süreç, bir çocuk için pek de kolay sayılmazdı. Yolumuzun kolaylığı şehirle köy arasındaki tren raylarında itmam oluyordu. Ulaşımdaki bu zahmeti, şehir ile köyümüz arasındaki 30 km’lik -denize paralel seyreden- tren yolu âdeta rahmete çevirmişti. Zira ilk okumalarım bu günlere tesadüf eder. 1,5 saat süren ve gayet huzursuzluk veren bu yolculuk (işçilerin giriş ve çıkış saatleri sebebiyle) bu okumalarla suhȗletli bir vakte evrilmişti. Üst sınıflardaki okumaya meraklı ağabeylerimiz ve hocalarımızdan kaynak noktasında çokça istifade ettik. Hevese rehberlik edecek insanların olması o dönem için büyük bir nimetti. 80’lerin sonu 90’ların başında dergicilik de ivme kazanmıştı. Birçok kültür-sanat dergisi bazen de tematik birçok dergi bu yolun ilk denemeleriydi benim için.

Whatsapp Image 2025 12 15 At 11.31.30

4- Redaktör, yazar ve editör olarak yaşamak kitaba bakışınıza neler kattı?

Bu başlıklar elbette işin hem teknik hem de derinlik boyutu açısından değerlendirilmeli. Hepsi ayrı başlık ve uğraşılar olarak görülse de aslında birbirini tamamlayan ve ikmâl eden bir özellik de gösteriyor. Neticede ortada bir kitap var veya olacak. Yani hem okur hem münekkit ve dahi yazarlık gözlüğüyle metne yaklaşıyorsunuz. Tabi bazen metne dair acımasızlıklara da dönüşmüyor değil bu durum ama işin derinliği ve etki alanı düşünüldüğünde bir alandaki beceri ve hüner doğru bir şekilde yakın veya uzak alanlara transfer edilebilirse güzel ve başarılı sonuçlar da ortaya çıkıyor. Örneğin medeniyetimizden bir iz düşüm olarak eski saray çevresine has bir uygulamadan bahsetmek yerinde olabilir. Efendim 13 ve 14. yüzyılların Anadolusu hesaba katıldığında yazmak, yazacak kâğıt ve mürekkep bulmak oldukça zahmete sebep şeyler. Devrin beyi, sultanı yani hülasası hâmisi (patronaj) kim ise ve dahi sonraki dönemlere güzel ve orijinal bir kitap bırakmak istiyorsa farklı hüner sahiplerini bir kitabın işçiliğinde bir araya getirirmiş. Bunun için nakkaş-hâne denilen kurumlar ihdas edilmiş. Yani düşünsenize bir metin yazarı (şehnâmeci), bir hattat, bir süslemeci (müzehhip) ve tasvirci (minyatür çizen) bir kitabın zuhuratında aynı mekândalar, büyük bir hizmet…Bu amaca hizmet için oluşturulmuş Hüsrev ü Şirin mesnevisinden bir örnek bu yolla oluşturulmuş mesela.

Diğer taraftan bir kitaba editör olmanız; sizde kurgu ve tema oluşturma, metin analizi gibi becerilerinizi; redaktör olmanız münekkitlik ve dil duyarlılığınızı; yazar olmanız ise nesneyle varlık arasında bir kurgu ortaya koymanızı geliştiriyor. Bütün bu hasletlerin tek bir kişide birleşmesinden ortaya çıkacak “entelektüel derinlik, disiplin, güçlü bir söz varlığı, eleştirel farkındalık, çok yönlülük” gibi kazanımları varın siz düşünün.

Şahsım özelinde bu süreçlerle farklı aralıklarla tanış oldum. Üniversite döneminde fakültede çıkan farklı gayretlere ait dergilere gönüllü redaktörlük yaptım. Sonrasında muhtelif mekânlar, kişiler ve zamanlara tanıklık etmiş yazılarla pek çok dergide yazı ve şiirlerim yayımlandı. Bunlardan ilki Ay Işığı dergisine yazdığım bir şiir idi. Sonraları akademik çalışmaların gündemde olması ve yoğunluğun o tarafa kayması sebepli son dönemde maalesef daha çok araştırma yazıları gönderiyorum edebiyat dergilerine. Nasipse önümüzdeki ocak ayında Hece Dergisi’nin Mustafa Kutlu Özel Sayısı’nda bizim de bir yazımız olacak. Ancak kimi gelişme ve güzel haberleri bahane ederek dostlarıma ve tanış olduğum kimi insanlara -kâbımız ölçüsünde- tarih manzumesi yazarak gönderiyorum. Hem ben körelmemiş oluyorum hem karşı tarafı mutlu oluyor hem de edebiyat açısından bir gelenek hatıra getirilmiş oluyor.

Whatsapp Image 2025 12 15 At 11.31.30 (1)

5-Okuma denilince ne anlıyorsunuz sizce bunun bir metodu var mı?

Okumak bende insanın kendini tanıma eylemi. Varlık ve nesne arasındaki gizli saklı kodların ortadan kalkması âdeta. Bu denli öneme sahip bir eylem gücünün tesadüflere yaslanması tabi ki beklenemez, beklenmemeli. Her şey, herhangi bir şekilde, sair bir mekânda okunmamalı. Buna dair geleneksel ve modern yöntemler oluşturulmuş. Bunda öncül olan şey neyi, ne zaman, nerede ve hangi şartlarda okuduğumuz bağlı galiba. Yani derin psikanalitik çözümlemelerin yapıldığı bir metni görece devamlılık arz etmeyen metro, tramvay veya otobüs gibi ortamlarda okumak bizi sadece metnin kazanım dünyasından uzaklaştırır.

Metne göre kimi vakit ön metinlere bazen derinlikli okumaya ya da Hermeneutik okuma dediğimiz yorumlayarak okumaya gerek duyarız. Bazen de kitapla âdeta konuşuruz, üzerine notlar alıp kelime ve cümlelerin altını üstünü çizeriz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama belki toparlayıcı bir cümle olarak şu söylenebilir. İnsanın toplu taşımada göz gezdirdiği metinle sakin bir vakte ayırdığı metin bir olmamalı.

Bunun yanında okuma eyleminde tür de son derece önemli. Örneğin, beğenelim ya da beğenmeyelim Batılı okurun tür bilinci bizden daha yüksek. Yani tür konusundaki farkındalıkları “bu türdeki bir metni nasıl okumalıyım” sorusuyla beraber geliyor. Doğal olarak bu yaklaşım “bilinçli, derinlikli ve nüfuz ederek” okumayı da beraberinde getiriyor.

Diğer taraftan okuma; ifadem meramıma karşı gelemeyebilir ama biraz da alışkanlık işi gibi. Yani rutin dediğimiz ve hayatın değişmez bir parçası olarak görülmeli. Bu sürekliliğin sıklığı elbette görecelik içerir ama su ve ekmek gibi bir ihtiyacı hatırlatmalı. Buna dair bilimsel çalışmaların yanında kamu kurumlarının ve özel teşebbüslerin, STK’ların proje ve teklifleri de oluyor ama maalesef gayret çok daha yüksek olmalı.

Whatsapp Image 2025 12 15 At 11.31.31

6-Kitaplarınızda hangi konuları ele alıyorsunuz?

Efendim bendenizin bir akademisyen olarak yazın merkezinde -işin doğası gereği- araştırma ve bilimsel yayınlar var, az önceki gönül esenliğimize dair yazılarımızı saymazsak. Hassaten ilgi duyduğum ve okumalarımı yöneten konular bana göre insan ve mutlak varlığın irtibatını dikkate alan sufi ve irfani konular, buna dair kavramlar, mekânlar, insanlar, davranışlar…Tabi bu yayınlar, dili ve yöntemi gereği maalesef biraz bilimsel kalıyor. Yani biraz sahaya dair ve literatüre katkı söz konusu daha ziyade. Maalesef diyorum çünkü bu konuların farklı formasyon, tür ve enstrümanlarla sosyal hayatımıza çok daha fazla isabet etmesi lazım. Hakkını yemeyelim son yıllarda buna dair gayretler yok değil var. Dergiler, diziler, filmler, müzikler vs. Daha da olmalı. Neslimiz hangi yöne bakıyorsa karşısında bizi görmeli. Bu da bu irfan değerlerimizi edebiyat ve sanatın her dalına transfer etmekle mümkün olur. Örneğin Yȗnus Emre diye bir değer mayalayıcımız var fakat gereğince işleyip sonradan gelenlere tabirimi hoş görün lütfen, bu mayayla yoğurt yapamıyoruz. Modernite kıskacında yaşayan insanımız, gencimiz çocuğumuz için mananın saklı olduğu bu alan hâlâ diri ve hâlâ çağın ihtiyaçları ve anlayışına uygun olarak yeniden sunulabilir. Misal, ilkokul, ortaokul ve liselerde müstakil Yȗnus Emre dersi ihdas edilse yeridir. Ne bileyim üniversitelerde Yȗnus ve diğer gönül ehli insan değerlerimiz merkezli müstakil ders ve enstitüler açılabilir ya da sayıları çoğaltılabilir. İngilizlerin ulusal şairi ve ozanı olarak bilinen Shakespeare, eğitimi ve kültürü yöneten kişilerce tüm sınıf seviyelerine göre yeniden ve yeniden yayımlanıyor. Neden çünkü kendi kültürel kodlarını bu ve benzeri metinler üzerinden aktarıyor. Bizim bu konulardaki gayret ve hamlelerimiz üzülerek ifade etmeliyim ki biraz az ve süreç odaklı değil.

Özetle bilimsel alandaki yayınlarımız ve kitaplarımız daha ziyade dinî, tasavvuf ve irfâni konulara tahsisli diyebiliriz. Daha çok divan şiiri ve tasavvufî şiir üzerine çalışmalar yapıyoruz. Buna dair malzemenin toplandığı divânlar, mesneviler, şiir mecmuaları vb. bizim temel dikkat eserlerimiz. Özelde de tabi biz bir şiir medeniyetiyiz. Şiirdeki hüzne âşığız. Hatta Yenişehirli’nin “Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik” lafzından tecelli ettiği gibi buna da râzıyız. Öyle zamanlar gelip geçmiş ki Gazneli sokaklarında dilenciler dahi şiirle dilenir olmuşlar. Bu estetik ve mana derinliği açısından medeniyet dairemizin nerelerde seyir ettiğinin de açık bir göstergesi, tabi oralardan buralara nasıl geldiğimizin de hazîn bir öyküsü...

Whatsapp Image 2025 12 15 At 11.31.30 (2)

7-Edebiyatta “divan” denilince ne anlamamız gerekir?

Efendim bu sözcük kelime olarak “meclis, kendine mahsus bir ezgisi olan müzik formu, birkaç köyün birleşimi olan küçük birlik, sedir” gibi anlamlara gelse de edebî bir ıstılah olarak daha ziyade “aruz vezniyle yazılmış şiirlerin toplandığı şiir mecmuası” manasını karşılar. Bu sahaya hizmet eden şairlerimizin en büyük gayelerinden biri, vakti geldiğinde “iyi” bir divan tertip etmekti. Tercihen bu “iyilik” bizi mürettep bir divana yani tüm nazım şekillerinden belli bir protokole göre sıralanmış şiir mecmuasına götürür. Divanlar, protokol itibarıyla kaside ile başlar. Şair, geleneğe uygun olarak besmele, hamdele ve salveleye uygun kasideler yazar. Hakk’ı birleyen tevhitler, münacaatlar; Hz. Peygamber’e salât ve selâm ettiği naatlar; Çehâr-ı Yâr-i Güzîn’e medhiyeler, devrin yahut gönül teslim edilen ulu sufisine medhiyeler; devrin sultanı, veziri ve paşasına övgüler hep bu şeklin ürünleridir. Devrin sultanı ve devlet adamlarına yapılan bu övgüler, asla suni bir eylem ya da dalkavukluk gibi görülmemeli bilakis övülen kişideki olumlu kazanımları itmam edici ya da kuvvetlendirici bir eylem olarak değerlendirilmelidir. Edebiyat tarihinde buna örnek olabilecek pek çok misal verilebilir. Özellikle duraklama ve gerileme dönemi Osmanlısında, bir şair, sultanı cesaret ve kahramanlıkları yönüyle övüyorsa aslında vermek istediği mesaj eksik olduğu yönlerden saltanat makamını teşvik ve telkin etmektir. Yani bu övgünün altında yatan da yine ahlaki kazanım ve onun ikmali gayretidir.

Tabi çok fazla şekil, şiirlere form olmuştur tertip edilen divanların içinde ancak gazel herhâlde bizim şiirimizin en çok tercih edilenidir. Merkezine aşkı alan bu tür, beşerî algının peşinden koştuğu günümüz maddeci idrakinin çok ötesindedir. Temelde herkesin sahip olmak istediği bir güzel (sevgili), kavuşamayacağını bildiği hâlde ona vuslat etmeye çalışan ve asla pes etmeyen bir âşık ve diğerleri (rakip)…Her şey estetikle harmanlanmış, maddeden soyutlanmış efsunlu bir dünya… Burası devrin reel politiğinin de teşbih ve benzetmelerle yer aldığı ve sadece “güzelin” sergilendiği âdeta bir mazmunlar dükkânı…Tabi günümüz algısının fâlilâtün / fâlilâtün / fâlilâtün / fâilün kalıbına sıkıştırdığı muhteşem bir mâzinin rüyası…Bu rüyayı günümüz algısında, formunda, beğenisinde tekrar tabir edip yorumlayabilmeliyiz gençlerimize…Madde ve süratin en önde olduğu bu bağı bozulmuş devirleri çağın dikkatinde ve formasyonunda bu mana dükkânlarına sokabilmeliyiz. Tabi dükkândaki ürünleri tanıması için bunların anlam dünyasına, söz varlığına âşinâ olmak lazım geliyor. Biz de bu gayret için -hassaten sufi şiirler için- sekiz padişah devri tecrübe etmiş Aziz Mahmud Hüdâyî’nin divanı için bağlamlı bir sözlük hazırladık. Akabinde son devrin sufilerinden Mehmed Elif Efendi’nin divanını neşre hazırladık.

8- Elif Efendi divanının önemi nedir?

Efendim tabi bu divanın öneminden önce, müsaade buyurursanız rahmet ve selam olması adına eser müellifi Mehmed Elif Efendi’nin de bilinmesini isterim. Hasîrîzâde isimli Mısır’dan İstanbul’a göçmüş bir aileye mensup olan Elif Efendi, aynı zamanda sufi olan bu ailenin hizmetkârlığını yaptığı ve Osmanlı coğrafyasına son dönem girmiş olan Sadiyye yolunun beşinci şeyhidir. Küçük yaşından itibaren babasından batın ilmini (tasavvuf) ve devrin ileri gelen hocalarından zahiri (Kur’an, hadis, tefsir, fıkıh, kelâm, akaid, Arapça, Farsça, sarf-nahiv vb.) ilimleri ikmâl etmiştir. 18 ve 19. yüzyıllarda sıkça karşılaştığımız çok yönlülük Elif Efendi’de de vardır. Kendisi şeyhliğinin dışında iyi bir âlim (manzum-mensur 14 eseri vardır), musikişinas, hattat, mesnevihân ve şairdir. Ayrıca birkaç sene, tekkelerin faaliyetlerini gözetmek için ihdas edilen Meclis-i Meşâyıh Başkanlığı’na reislik yapmıştır. Tekkelerin kapatılmasına kadar Sadiyye yolunun postunda oturan Elif Efendi, Eyüp’teki Sütlüce Tekkesini İstanbul’un en önde gelen âlim ve sanatkârlarının uğrak yeri hâline getirmiştir. Devlet ricâli ile halkın bir araya geldiği tekkedeki Mesnevi-i Şerif dersleri bunun en canlı örneğidir.

Eserin öneminden de kısaca bahsedeyim. Eser edebî bir metin dışında yaşadığı çağın da aynası. Elif Efendi pek çok şiirinde çağının fotoğrafını çekmiş ve esere âdeta belge-şiir özelliği kazandırmış. Örneğin devrinde ortaya çıkan sosyal ve siyasal gelişmelere kayıtsız kalmamış tabi şiirin el verdiği ölçüde ama çoğu zaman örtük yapıda bunları manzumelerine dâhil etmiş. Bunun yanında sufi bir şair olması yönünden tasavvufî geleneğe de paralel olarak bu divanın temelde bir irşat vazifesi işlevi gördüğünü de söylemek gerekir. Yani diğer sufi şiirlerde olduğu gibi bu eser de tekkedeki dervişleri ve inanan kişileri dinin ve irfani yolun incelik ve güzelliklerini talim ettiren bir özellik gösterir. Şiir her yerde….

Şair çok dilli…Çocuk yaştan itibaren aldığı eğitimlerin yansımasını eserinde görebiliyoruz. Türkçe şiirlerinin dışında Arapça ve Farsça şiirleri de var. Farsça şiirlerinde bariz bir şekilde Hz. Mevlânâ’nın etkisini görebiliyoruz. İsmini anmasa da ifadede Yȗnus’u denediğini söyleyebiliriz ama onu yakalamak ve aşmak kolay değil.

Eserde kendi hayatına dokunan vakitleri de görebiliyoruz. Örneğin genç yaşta ansızın kızını kaybediyor ve sonrası malum ona dair kulluğu unutmayan ve tevekkülü elden bırakmayan bir şiir…Elif Efendi ve sair irfan ehline rahmet olsun.

9- Divan türündeki kitapları okuma metodu ne olmalıdır?

Bu sorunun tek bir cevabı yok zannımca, nefese ve idrake göre değişecektir ama bu şiirler mecmuasını ne sadece belli dönemlerde yazılmış tarihî bir vesika / metin ya da sadece zevk almak için okunacak bir metin olarak görmek lazım. Tabi en fayda sağlayanı bilinçli, katmanlı ve kılavuzlu okumaktan geçer. Biraz detaylandırmak gerekirse; öncelikle metnin yazıldığı devri ve onu tecrübe eden insanını öncelikle bilmek ve tanımak gerekir. Şairin yaşadığı devir, bu devrin sosyal ve kültürel atmosferi, tasavvufî gelenek yapısı gibi hususların yani bağlamının bilinmesi gerekir. Metinler bağlamının aynasıdır aslında. Tabi olmazsa olmaz sözlükler, mazmun ve terimler için yayımlanmış ansiklopedik çalışmalar ve daha önce hazırlanmış divan şerhleri bizi bu konuda rahatlatacak akla ilk düşen anımsamalar. Diğer taraftan şiir metninin kalıbına da dikkat ederek ve ritimde oluşan musikiyi de duymaya çalışarak yavaş yavaş okumak. Bu, metinde derinleşmemizi ve sözcüklerin altındaki farklı anlam ve değinmeleri fark edebilmemizi sağlayacaktır. Yani metindeki kelimeler bana farklı hikmetler fısıldıyor diye bir ön kabul ile yaklaşmak bize de iyi gelecektir. Zira bu şiirler gerek profan gerekse tasavvufî olsun mutlak manada mazmunlar tarafından örtülmüş ve gizlenmiştir. Bu göz önünde bulundurmalı ve metne sezgisel de yaklaşmayı bilmeliyiz. Diğer yandan bu şiirler bir roman ve hikâye türü gibi kurguya dayalı metinler olmadığı için sırayla değil seçerek okunmalıdır. Yani ilgimizi ve dikkatimizi çeken ya da güncemizi yansıtan yani şahsî atmosferimize uygun şiirlere göz atmak bizi bu konuda motive edecektir. Ya da şiirin tamamı yerine beğenimizi ve duygu dünyamızı yansıtan bir beyt-i bercestede yoğunlaşmak da oldukça faydalıdır.

Şairler birbirinden etkinlenmişlerdir yani aynı konu farklı kelime ve söyleyişlerle aynı ya da farklı yüzyıllardaki şairler tarafından yeniden dile getirmişler. Bunun en başat örneği şüphesiz Leylâ ile Mecnȗn mesnevileridir. Onlarca kere farklı şarilerce ele alınmış yine de tüketilememiştir. Ya da tasavvufi şiirlerdeki ontoloji (varlık) konulu şiirler tespit edilip Yȗnus buna nasıl yaklaşmış, Eşrefoğlu ne demiş, Galip Dede nereden dem vurmuş ya da son devirde Alvarlı Efe’de bu konu hangi açılardan ele alınmış deyip mukayeseli okumak bize derinlik katacaktır. Konuya dair çok fazla şey söylenebilir ama son olarak şunu söylemek gerekir belki, bu şiir her ne kadar birilerinin dediği gibi “hayattan kopuk” gibi görünseler de aslında hayatın tam merkezinde ya da “hayatın ta kendisidir”. Sadece realitenin ucuzlaştırıcı yaklaşımından kendini soyutlamış ve mazmunlar dünyasıyla estetize edilmiş bir şiirdir. Her şeyden önce bu farkındalığa ve ön kabule sahip olmak gerekir diye düşünüyorum.

10- Hayatın size öğrettiği hikmetler nelerdir?

Zor ve cevabını hâlâ aradığım bir soru sordunuz. Kısaca gönlüme düşeni söyleyeyim o zaman. Bilirsiniz Feridüddin-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dili) isimli bir eseri var. Anadolu coğrafyasında da pek çok şairimiz tarafından tercüme ya da telif eser olarak yeniden yorumlandı malumunuz. Bu hikâyede aslında hayata niçin geldik, ne yapmamız isteniyor, hayatta hangi hikmetleri öğrenmemiz bekleniyor ya da gençlerin ifadesiyle söyleyeyim hangi donanımlara ve uygulamalara sahip olmamız lazım, hepsinin cevabı var. Hikâyede otuz kuşun Hüdhüd adlı bir kılavuzla yedi tepe ve vadiyi geçip Kaf Dağı’ndaki mutlak güzele ulaşma serüveni anlatılıyor. Her tepe ve vadinin geçilmesi kuşlarda fıtrî yapıdaki bir hikmetin (tevbe, şükür, muhabbet vb.) kazanılması anlamına geliyor. Buradan teşbih ve ilhamla şu söylenebilir. Ömür bizim için şimdilik devam ediyor, Hakk’ın cemâl ve celâl tecellileri de her an yaratılmakta. Zorluk ve sıkıntı vadilerimiz, tepelerimiz her zaman bizimle. Ama hikmet kazanımları da hemen onların arkasında, belki bunu bilmemiz lazım. Ne bileyim belki Asaf Halet’in şu şiiri meramımızı daha iyi ifade edecektir:

İbrâhîm

İçimdeki putları devir

Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine

Yenilerini koyan kim

11- Günümüz insanını nasıl görüyorsunuz?

Çok tartışmalı bir mevzu…ve bizim gibi merdivenin üst basamaklarında olan kişilere sorulduğunda bir dokun bin ah işit cihetinden…Bazen öğrencilerimle hayata dair söyleşilerimizde bir şekilde konu merkezimize düşüveriyor. Naçizane ben bu devrin ve zamanın tam ortasında görüyorum, kaçmıyorum. Şikâyet ettiğimiz ve hayıflandığımız ne varsa bunda bizim de payımız var, diye düşünüyorum. Bana göre her şey tam olması gerektiği gibi…İyi veya kötü demiyorum bakın, her şey nasıl olması gerekiyorsa bu devir ve şartlarda öyle tecelli ediyor. Güzelliklerle dolu olmasını mı istiyoruz o zaman hep beraber bunun gayretinde olacağız. Yıllar evvel -rahmet olsun- A. Haluk Dursun Hoca’nın bir söyleşisine katılmıştım. Tabi o zaman yaşımız daha taze…İstanbul ve Fatih üzerine konuşuyordu Hoca. Konuşmasının sonunda -İstanbul, Fatih tarafından fethedildi. Roma’ya şahitlik etmek isteyen biri var mı dedi. Orta sıralardan bir arkadaşın havaya fırlayıp “ben” diye haykırdığını hatırlıyorum. Hoca gayet ve sakin bir tavırla şöyle demişti. -Evlat sen kendini fethet Roma arkandan gelir. Bu cümle bizdeki emanetin ne denli büyük olduğunu ama hassaten de önce kendimizi tanımanın, bilmenin daha önemli olduğunu hatırlatıyordu bana. Efendimizin Tebük seferi sonrası sorulan bir soruya verdiği cevaba benzer öyle değil mi? Hasılı yaşanan ve tecrübe edilen her şey tam olması gerektiği gibi cereyan ediyor. Önemli olan bu seyrin neresindeyiz bence önemli olan bu.

12- Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim Ali Bey.