Çok keskin sınırlarımız var ve bu sebeple de nitelikli, izlenebilir tartışma yapamıyoruz. Her konuyu kişiselleştiriyor ve laf kalabalığı arasında doğruyu kaybediyoruz.

Bu, iki iki daha dört edecek kadar net ve açık gerçek iken, hadiseleri, tarihleri, insanları yanıltmada, başka kulvara yönlendirmede, bunu yaparken de sinir ve sınır katsayılarını artırmada üzerimize yok diye düşünerek yine bir kez  daha Ticaret ve Sanayi Odası seçimi ile ilgili karşınızdayım.

Dikkat edin,  kimsenin yanında değil, karşınızda da değilim. Misalen, mecazen söyledim.

*

Safsatalara, çürük iddialara, kokuşmuş dedikodulara dayanarak insanları yargılıyor, ahkâm kesiyor, hüküm veriyoruz.

Kimileri cahillikten rant sağlarken, kimileri de çokbilmişlik ayaklarıyla, ‘her şey benden sorulur, her şeyin en iyisini ben bilirim’ düşüncesiyle herkese ayar vermeye çalışıyor.

Herkes manyak, herkes deli, herkese geri zekâlı, bir tek sen misin akıllı olan?

*

Nerede bir sohbet ortamı doğsa, bir partiden, bir kurumdan, bir şahıstan söz edilse örneğin, hemen söz dönüp dolaşıp kişiselleşmeye getiriliyor, tüm kirli çamaşırları ortaya dökülüyor, geçmişte yediği hurmaların tadı gündeme taşınıyor, sanki kendisi Bağdat Müftüsü, veryansın ediyor, kendi kıçındaki pisliği görmeyip, başkalarının gözündeki çapağa laf sokuşturuyor.

Ne etik kurallar kaldı,  ne milli ve manevi değerler deşifre edilmedik, ne de geçmişte yaşanan ve kırık cam parçaları…

Ve herkes de, işin garip olanı aslında bu, mahalle bekçisi, namus hamisi rolünü üstlenirken, kırdığı cevizleri unutuyor, yediği kul hakkını nasıl içine sindirdiyse görmezden geliyor, lakin muhataba vurmaksa mesele, acımıyor, utanmıyor, kaç kez Hac’ca, kaç kez Umre’ye gitmiş olsa bile, din üzerinden rakibine darbe indirmeye çalışıyor.

*

Bunun böyle olacağı belliydi. Ne zaman ki bir arkadaşımız sarı öküzü verdi zamanında, arkası geldi işte.

‘Hadi gel köyümüze dönelim!’ diyen yok. Ölüm var, yarın yüz yüze nasıl bakarız diyen yok. Cenaze var, hastalık var, düğün dernek var. En azından buralarda karşı karşıya gelinecek.

Ya da bir önemli toplantıda, açılışta…

Bir inatlaşma, bu sonu karanlık kör dövüşü, bu hırs, bu yüksek ego uğruna hangi değerler yok ediliyor, ayaklar altına alınıyor soran, sorgulayan yok!

Kendi adıma konuşursam, yazarsam; güçlünün değil, doğrunun, güzelin, iyinin yanında yer almak en doğrusu, en isabetlisi, en adil olanı.

Güç zehirlenmesi yaşayanlar, bir gün o servetlerin asıl sahibi tarafından alınabileceğini düşünmezler mi?

Ama yok! Hırs o kadar gözleri bürümüş ki, bir şey görmüyorlar.

*

Perşembenin gelişi… Cephede silahlar, askerler çoğalıyor. Hedeften çıkan kurşunu yiyecek!

Oynanan oyun, tam bir trajedi. Oyun kurucular, oyun yazanlar, yani senaristiler, oyunda kullanacakları figüranları sahaya sürerek perde arkasından seyircileri seyrediyor, yüzdeki ifadeler, mimikleri tahlile çalışıyor, kim kiminle dans ediyor, kimi kiminle yatıp kalkıyor, kim kiminle tuz-ekmek niyetine ahbap çavuş ilişkisini sürdürüyor, manzara bu.

Manzara hiç de hoş, iç açıcı değil. Her geçen gün ortam daha da kötüye gidiyor, gidecek gittiği yere kadar. Bundan kim kazançlı çıkacak derseniz, bu maçın kazananı olmayacak.

Dostluk, hısım akrabalık diye bir şey kalmadı. Düşman kardeşler filmi kaçıncı kez gösterimde. Baş aktörler, figüranlar rollerini iyi ezberlese de, seyirci bu tür filmleri izlemekten bıktı, usandı, iğrenmeye başladı.

*

Hani öteden beri derler, kahvede kumar oynayanlar kaybedermiş de, kazanan kahvehane sahibi olurmuş.

Kumar oynayanlar, kazanacağına emin olanlar veya kaybetmeyeceğine inananlar ile kahvehane sahibi bakalım oyunda hangi kuralları çiğneyecekler, hangi etik değerleri linç edecekler, çarşambaya, sonra da perşembeye bir göz atalım.