Hayatın soruları bazen öyle basit görünür ki, cevabını hemen vermek isteriz. “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusu da onlardan biri. Ama işin içinde bakış açısı, deneyim ve içsel keşif olunca, bu basit soru bir anda derin bir sorgulamaya dönüşüyor.

Çok okuyan, sayfalarca bilgiye dalar, tarihleri, düşünceleri, teorileri ve hikâyeleri zihninde bir araya getirir. Kitap, onun için bir pencere; dünyayı, insanı, zamanı ve mekânı anlamak için bir araçtır. Kitap sayesinde binlerce hayatın içine girer, farklı bakış açılarını tanır ve empati kurmayı öğrenir. Her okunan satır, zihninde yeni bir pencere açar ve onu, kendi dünyasının sınırlarının ötesine taşır.

Ama çok gezen kişi, bilgiyi sokakta, şehirlerde, köylerde, dağlarda ve okyanus kıyılarında toplar. Yolculuk, ona deneyim kazandırır; insanlar, diller, kültürler, gelenekler, farklı yaşam biçimleri… Hepsi onun gözleri önünde açılır. Her yeni yer, hayatın çeşitliliğini ve karmaşıklığını hissettirir. Yolculuk, ona kitapların anlatamadığı pratik bilgiyi, deneyimlediği duyguyu ve hayatın kendisini öğretir.

Peki, kim daha çok bilir? Aslında bu soruya tek bir cevap vermek mümkün değil. Çünkü gerçek bilgi, okumakla gezmek arasında köprü kurulduğunda ortaya çıkar. Kitaplar, gezginin gözlem gücünü besler; yolculuklar ise okurun düşüncelerini gerçek hayatta test etmesini sağlar. İkisi bir araya geldiğinde insan, sadece bilgi sahibi olmakla kalmaz; bilgeliğe doğru adım atar.

Belki de önemli olan, tek bir kaynağa bağlı kalmamak. Hem okumak hem de görmek… Hem düşünmek hem de deneyimlemek… Hayatın sunduğu her fırsatı öğrenmeye çevirmek. Çünkü bilgi, sınır tanımaz; kitaplarda başlar, yollarda devam eder ve sonunda insanın içinde birikerek bir bilgelik haline gelir.

Peki sizce, çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı? Yoksa bilgelik, her ikisini birden deneyimleyenlerde mi gizlidir?