Bir sanat merkezinde tanınmış bir ressamın sergisi vardır, ressam sergisini gururla dolaşırken resimlerden birinin karşısında durmuş resmi hayranlıkla izleyen bir kız çocuğu dikkatini çeker…

Kız bir yandan tabloya bakar, arada çantasını karıştırıp bulduğu paraları avucuna alır.

Ressam babacan bir tavırla çocuğun yanına yaklaşır “Resmi beğendin galiba?” diye sorar.

Kız çok ciddi bir sesle “Evet” der ve “Çok beğendim. Acaba satılık mı? Anneme almak istiyorum” diye devam eder.

Tablo yüzbinler değerindedir. Ressam gülerek sorar kıza “Kaç paran var?”

Kız çocuğu ciddi ciddi avucundaki paraları sayar. “83 lira 75 kuruşum var bütün param bu” der.

Ressam tablonun etiketine bakar ve “Ne şanslısın. Tablo da tam 83 lira 75 kuruşa satılık. Al bakalım tablo senin” diyerek tabloyu kız çocuğuna verir.

Bu diyaloğu, bu alış-verişi karşıdan seyreden galeri sahibi ressamın yanına yaklaşarak hiddetle; “Ne yapıyorsunuz siz! O tablo yüzbinler değerinde” diye çıkışır.

Ressam, galeri sahibine döner, sakin ve mutlu bir şekilde cevap verir: “Doğru benim tablolarıma yüzbinler verenler var ama bugüne kadar bütün servetini veren hiç kimse olmamıştı”

*

Yukarıdaki hikâyeyi şunun için anlattım. Siyasi partilerin isimlerinin önemi yok, mesele şahsiyet meselesi…

Düne kadar bir partide bakan, üst düzey siyasetçi olanların yanında gezenler, onların çantasını taşıyıp, her türlü talep ve ihtiyaçlarını gideren para babaları olur. Hadi sponsor diyelim. Yeme, içme, konaklama, hadi daha ileri gidelim, kendilerinin veya çocuklarının düğün masraflarını bile komple karşılayanları biliyoruz.

Alan razı veren razı hesabından gidersek, o ünlü, anlı-şanlı siyasetçinin, bakanın yanında poz veren, duruş sergileyen, tuvalete gitse masrafını cebinden karşılayanların çalımı, havası binbeşyüz oldu, olmuştur.

Kusura bakmayın da bu zamanda kimse kimseye beleş öpücük bile vermezken, her hizmetin, her kuruş harcamanın, her çanta taşımanın, her vıcık vıcık yağ kokan sözcüklerin bir bedeli vardır ve o anlı şanlı, büyük, egosu yüksek siyasetçi de o bedeli ödemek zorundadır.

*

Madem günümüzde her şey karşılıklı, madem her iyiliğin, her yardımın, her hizmetin bir karşılığı var, karşıdaki ucuz pahalı, az veya çok demeden bunu ödeyecek, şart, mecbur.

Eli mahkûm! Öyle sıkı fıkı olunca, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyince, birbirlerinin sırlarına da vakıf olurlar ister istemez. Ve her iki taraf da birbirlerinin açıklarını, yanlışlarını not alırlar, fotoğrafını bile çeker, videosu ile elindeki belgeleri, ileride lazım olabileceğini düşünerek kayıt altına alır, saklar.

Günü geldiğinde silah olarak kullanabilmek için…

*

Sonra bakıyorsun, öküz öldü ortaklık bitti misali, yollar ayrılıveriyor. Dün birbirlerine gülücükler saçan, birbirlerinin maddi işlerini gören, takip eden, karşılığında imkânlarını seferber edenler, öküz ölünce bütün kirli çarşafları ortaya döküveriyorlar.

Dostluk diye bir şey kalmıyor. Zaten baştan beri iki taraf da samimi değildi ve birbirlerini kullanıyorlardı. Al gülüm ver gülüm hesabı…

Görüşmez olurlar, telefonlar engellenir, hasbelkader arandığında ise, “Sayın bakan, sayın milletvekili, sayın ünlü siyaset adamımız şu anda toplantıda, aradığınızı söylerim!” gibi baştan savma, beylik ucuz taktiklerle savuşturulur.

Bazı bilgili, tecrübeli, uyanık sekreterleri, danışmanları, özel kaleme müdürleri de yurt dışında olduğunu, ne zaman geleceğini bilemediklerini bile söyleyerek arama süresini uzatmaya çalışırlar.

Zırt pırt aramasın, rahatsız etmesin diye! Çünkü öyle talimatlandırılmıştır! Şunun için yapar bunu, artık onu inek gibi sağmanın zamanı geçmiştir, zaten o inekte de sağacak süt kalmamıştır. O bakımdan köprüler atılır, dostluk da biter, selam sabah da…

Bir yere kadar!

Unutmadan yazayım; Hz. Mevlana ne güzel özetlemiş; “Havuza su taşıyan borular kirli ise, havuzun suyu temiz olmaz!”

Yani cüzdan ile vicdan meselesi…

NOT: Yazı çok uzadı, biliyorum siz uzun yazıları okumuyor, sıkılıyorsunuz. Devamını Cuma günü, yine bu sayfada okursunuz!