Hayat bazen öyle bir hızla akıp gidiyor ki, durup etrafımıza bakmayı unutuyoruz. Günlük koşuşturmalar arasında kim olduğumuzu, neyi gerçekten önemsediğimizi sorgulamak nadiren aklımıza geliyor. Ama bazen bir cümle, bir bakış ya da bir sessizlik anı, içimizdeki soruyu yeniden uyandırıyor: “Beni bu dünyaya bağlayan ne?” İşte o an, gündelik hayatın gürültüsünden sıyrılıp kendimizle baş başa kaldığımız andır ve belki de asıl yaşam, tam o anda başlar.

Bazen öyle anlar oluyor ki, durup kendi kendimize soruyoruz: “Ben neden buradayım, beni bu dünyaya bağlayan ne?” Sabahattin Ali bunu öyle güzel özetlemiş ki, insanın içini burkan bir boşluk ve merak arasında gidip geliyor. Hepimiz hayatın koşuşturmacasında, sabah kahvemizi içerken, trafikte beklerken ya da telefonumuza bakarken bir şekilde kendimizi bu sorunun ortasında buluyoruz.

İlginç olan şu: Bu soru bazen cevapsız kalıyor ve tam da o boşlukta, kendi gerçekliğimizle yüzleşiyoruz. Kimimiz için cevap sevgidir, kimimiz için başarı, kimimiz içinse küçük bir mutluluk parçası… Ama her cevabın içinde bir gerçek var: bizi bağlayan şey, her zaman dışarıda değil, çoğu zaman içimizde. İçimizdeki merak, içimizdeki bağ, içimizdeki umut…

Ve işte tam da bu yüzden, bazen durup bir nefes almak gerekiyor. Günün koşuşturmacasında kaybolmadan önce, kendimize sormak lazım: “Benim için değerli olan nedir? Hangi anlarda gerçekten yaşıyorum?” Cevaplar belki bir anda gelmeyecek, belki bir ömür sürecek. Ama sormak bile bizi bir yere bağlıyor; dünyaya, kendimize, yaşama.

Belki de Sabahattin Ali’nin dediği gibi, asıl önemli olan bu soruyu sormak ve kendi bağımızı fark etmek. Çünkü bağ dediğin şey, her zaman büyük, görünür şeylerde değil; bazen bir dostun tebessümünde, bazen bir şarkının içimizde yarattığı titreşimde, bazen de sabahları güneşin yavaşça yükselmesinde saklıdır. Ve işte o zaman anlıyoruz ki, bizi bu dünyaya bağlayan şey, aslında yaşadığımız her küçük anın farkına varabilme cesaretidir.