Haydi, hızla akıp giden yaşamın ortasında neyi yitirdiğimizi birlikte okuyalım.

Bir sabah uyanıyoruz, saat çalıyor. Aceleyle hazırlanıp dışarı çıkıyoruz. Gün bizi koşmaya zorluyor: işe yetişmek, alışveriş yapmak, telefonlara bakmak, listeleri tamamlamak… Ve tüm bu telaşın ortasında, farkında olmadan bir şeyleri geride bırakıyoruz. Ne mi bırakıyoruz? Hayatın ta kendisini…

Zaman geçiyor. Ama biz zamanla birlikte değil, sanki ona karşı koşuyoruz. Öyle bir hızdayız ki; ailece içilen bir çay, bir dostla edilen sohbet, gün batımını izlemek, hatta sadece durup nefes almak bile lüks sayılmaya başlandı.

Eskiden zaman yavaştı. Ya da biz daha sakindik. Akşamları sofralar uzar, sohbetler derinleşirdi. Bir çocuğun anlattığı hayali hikâyeyi dinlemek için zamanımız vardı. Annemizin sessizce dizimize koyduğu eli, babamızın pencereden baktığı o uzun sessizlik bile bir anlam taşırdı. Şimdi ise anlamlar aceleye geliyor. Cümleler kısalıyor, ilişkiler yüzeyselleşiyor.

Peki, biz bu duruma nasıl geldik?..

Belki de önceliklerimiz değişti. Başarı, hız, üretkenlik gibi kavramlar hayatın merkezine yerleşti. Kalabalık şehirler, trafik, iş yoğunluğu, bitmeyen görevler… Hepsi bizi “anı” yaşamaktan uzaklaştırdı. Anı yaşamaktansa, bir sonrakine hazırlanmaya odaklandık. Durmak, zaman kaybı gibi algılanır oldu. Sessizlik, rahatsızlık verici; yavaşlık, tembellik sayıldı.

Daha çok şeye sahip olmanın, daha çok şey yapmanın peşine düştük ama “anlam”ı unuttuk. Oysa belki de en kıymetli şey, her gün karşımıza çıkan küçük ama içten detaylarda saklıydı: bir dostun sesi, bir çocuğun kahkahası, bir “iyiyim” cevabının ardındaki gerçek duygu…

Acaba ne zamandır durup gökyüzüne bakmadık? Ne zamandır telefonumuzu bir kenara bırakıp bir dostumuza gerçekten gözümüzle baktık? Çocuklarımızla oyun oynarken orada mıyız, yoksa zihnimiz yapılacaklar listesinde mi dolaşıyor?

Koşarken kaçırdıklarımız sadece anılar değil. Kaçırdıklarımız, bağlarımız. İç huzurumuz. Sevdiklerimizle kurduğumuz o göz göze gelen sessiz anlaşma… Koşarken kendimizi kaçırıyoruz aslında.

Ama hâlâ geç değil. Zamanın akışını değiştiremeyiz belki, ama onu yönetmeyi, ona yön vermeyi öğrenebiliriz. Gün içindeki yoğunluğun arasında, kendimize ve sevdiklerimize ayıracağımız küçücük zaman dilimleri, hayatımıza anlam katabilir. Belki sabah kahvemizi iki dakika daha yavaş içebiliriz. Belki akşam yemeğinde telefonu bir kenara bırakıp “Günün nasıl geçti?” diye sorabiliriz. Bir dostumuzu arayıp “Sadece sesini duymak istedim dostum ” diyebiliriz. Çocuklarımızla oyun oynarken sadece bedenimizle değil, zihnimizle de orada olabiliriz.

Zaman planlaması, büyük ajandalarla değil; küçük tercihlerle başlar. Günlük yaşamın içine bilinçli anlar serpiştirmek, hem ilişkilerimizi hem de iç dünyamızı onarabilir. Sessizliği korkulacak bir boşluk değil, huzurun sesi gibi dinlemeyi öğrenebiliriz. Çünkü hayat, sürekli bir yetişme telaşı değil; anlamlarla doldurulmuş yaşamımızın toplamıdır.

Şimdi durup düşünme değil; zamanı kendimiz için yeniden şekillendirme zamanı. Çünkü hayat, ertelenemeyecek kadar değerli.

Ve asıl olan, zamana değil; anlamlara yetişmektir.

Dursun MÜLAZIMOĞLU