Kahramanmaraş’ın Binboğa Dağları’ndan aşarak gelen bir kervan, yaz güneşinin kızılına büründüğü akşamüstü saatlerinde Tanır yaylasına ulaştı. Kervanın başında tülü mayalarıyla süzülen, kırk atlıdan, koç gibi yiğitlerden, gelin gibi süzülen kızlardan oluşan Yörük obası vardı. Günlerce süren yolculuğun ardından nihayet yaylanın yumuşak yamaçlarında mola vaktiydi. En önde giden tülü mayadan yaşlı Yörük beyi, devenin sırtından çevik bir hareketle atladı ve ardındaki obaya seslendi:
“Konak yerimiz buradır!
Atlar bağlana, çadırlar kurula,
Allah hayreyleye!”
Gençler atlarından indi, kadınlar deve yedeğindeki gelin gibi süzülen kızları yere indirdi. Kilimler serildi, gölgelikler çekildi, çadırlar kuruldu. İşte o an, obanın ortasına oturan bir kız vardı ki... Adı Senem idi. Fişeklik omzunda, belinde gümüş saplı hançer, İran ipeği giysiler içinde, başında yeşil beresiyle, simsiyah gözleri ve ceylan bakışıyla bakanların içine bir kor gibi düşüyordu. Yaylanın görmediği bir güzeldi bu... Ertesi sabah, Yörüklerin geldiği Tanır’a yayıldı. Âdettendi; konuk olan aşirete hoş geldine gidilirdi. Tanır’ın beyi, bölgenin ileri gelenlerini yanına alıp, oğlu Osman’ı da katıp Yörüklerin obasına gönderdi. Yörükler gelenleri içten bir hürmetle karşıladılar. Kara çadırdan önce yaşlı Yörük beyi, ardından da Senem çıktı. Daha “Buyurun” denmeden Senem’in gözleri, atının üstünde duran, yanık tenli, yeşil gözlü, çınar gibi bir delikanlıya takıldı: Osman’dı bu.
Bir bakış… Günlere, yıllara bedel bir bakış…
“Atı tut kızım,” dedi Yörük beyi.
Senem, Osman’ın anasının atının yularına sarıldı.
Hoş geldiniz merasimi yapıldı, kahveler içildi, yemekler yendi. Ama ne Osman uzandı sofraya, ne de Senem’in eli uzandı katıklara. Gözleri birbirine zincir olmuştu artık. İçlerinden bir ses aynıydı:
“İşte, ben buyum, işte o da bu…”
Günler günleri kovaladı. Aşiret gelenekleri, töreler ikisini ayırsa da, yürek başka söz söyler. Geceleri bir Yörük kadının yardımıyla gizli gizli buluştular. Her buluşma daha çok bağladı birbirlerine. Ama Senem kararlıydı:
“Kaçmak olmaz Osman… Babam yere bakacak, ben bakamam. Ya gelip isterler, ya da bu sevda içimizde kor gibi kalır.”
Osman babasına açtı derdini. Bey, oğlunun acısına dayanamadı. Ağa dostlarını topladı, dünür kafilesi hazırlanıp Senem istendi. Yörük beyi başını öne eğdi, “İsterim kızım oğlunuza kurban ola, ama aşiretin töresi vardır,” dedi.
“Düşünelim…”
Ama o gece ne obada bir çadır kaldı ne bir iz. Yörükler, Senem’le birlikte çekip gittiler yayladan. Ertesi sabah Osman, obanın boşluğuna çöktü kaldı. Günlerce, aylarca, yıllarca Senem’in izini aradı. Ama ne obayı bulan oldu ne Senem’den haber getiren.
Yıllar geçti. Osman’ın içi yandı kavruldu, bir gözünü bir düğünde kaybetti, bir ayağı sakat kaldı. Her şey yaşlandı, ama içindeki sevda hiç yaşlanmadı. Tam yetmiş yıl sonra... Evlerinin önünde torunlarıyla oynarken köyün çerçisi Ermeni geldi koşarak:
“Osman Ağa… Kozan’da bir nine… Sana selam gönderdi… Adı Senem’miş… Elime bir avuç altın sıkıştırdı… ‘Söyle ona’ dedi,
‘Yüreğim yüreğinle birdir… Kimseye yar olmadım… Bir yayla kızı gibi sevdim, bir yayla kızı gibi sadık kaldım…’”
Osman’ın gözlerinden yaşlar süzüldü… İçindeki kor yeniden yandı. Atını hazırlattı. Kozan yollarına düştü. Sonra ne oldu bilinmez... Ama o gün bugündür Toroslarda, Tanır’da, Avşar diyarlarında bir türkü söylenir düğünlerde, toplantılarda… Osman’ın aldığı haberden sonra yüreğinin çağladığı o ilk andan kalma:
Bir haber geldi de telli Senem’den
Deli gönlüm şâd olmaya başladı
Akmaz iken köp pınarın ayağı
Suyu geldi çağlamaya başladı
Aşkın cezvesi de ocakta kaynar
Durmaz deli gönül meydanda oynar
Ermeni, dillerin şekerler söyler
Tatlı tatlı söz olmaya başladı
Senem’in giydiği ipekli sarı
Ölmeden yüzünü göreydim bari
Yıkık değirmenin bozuk çark evi
Suyu geldi çağlamaya başladı
Hele bakın şu Senem’in işine
Neler gelmiş sevdiğimin başına
Senem değmiş seksen doksan yaşına
Benimki de yüz olmaya başladı
Görünüyor Binboğa’nın illeri
Gırcı boran aşılmıyor belleri
Yazıc’oğlum Şereflinin beyleri
Koca Tanır yaz olmaya başladı