Meşhur darb-ı meseldir; “Eğer istersen sulh-ı salâh, hazır ol cenge!”

Önce ABD ile Ankara’da, sonra Rusya ile Soçi’de varılan mutabakatların ortaya koyduğu diplomatik kazanımlar yukarıdaki sözün en güncel yansımaları oldu.

Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Pençe, Kıran ve nihayetinde Barış Pınarı Harekâtları ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye, Irak ve yurt içinde gerçekleştirdiği büyük ölçekli askeri harekâtlardaki üstün başarısı, son bir hafta içinde birbirinden değerli iki önemli diplomatik başarıyı da beraberinde getirdi.

Türk ordusunun zaten bilinen yüksek harp kabiliyetinin şimdi de, büyük oranda yerli konvansiyonel silahlarla Cumhuriyet Tarihinin zirvesine çıkmış olması; içeride öz güven patlaması yaşatırken, dışarıda da en üst seviye karşılık buldu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren son 75 yıldır dünya hâkimiyetini doğu-batı ekseninde paylaşan iki süper güç olan ABD-Rusya ikilisiyle gerçekleştirilen ve bu açıdan cumhuriyet döneminin en mühim diplomatik neticelerinden olan bu mutabakatların temelini, harp sahasında elde edilen üstün başarı oluşturmaktadır.

Dünyanın ilk on askeri gücü arasında en dinamik ve tecrübelisi olan Türk Ordusu bugün geldiği seviye itibarıyla Türkiye’nin ulaştığı gücün de göstergesi oldu. Bunun sonucunda diplomasi masalarına daha rahat ve buyurgan tarzda oturulur hale geldi.

Soğuk Savaşın sona ermesiyle ABD’nin ilan ettiği tek kutuplu yenidünya düzeni, gün itibarıyla çökmüş bir teoridir. Artık ABD ve doğal müttefiki AB, dünya üzerinde tek taraflı otoritesini yitirmiş durumdadır. Avrupa’nın hemen doğusundan başlayıp, Asya-Pasifik bölgesine uzanan coğrafya dünya siyasetini çoktan şekillendirmeye başlamıştır. Bu süreçte Türkiye büyük güçlerin rekabet alanlarının oluşturduğu boşluğu değerlendirmeyi bilerek, en azından bölgesinde birinci derecede oyunbozan ve yeniden oyun kuran fonksiyonu icra etmeye başlamıştır.

Türkiye, bugün çok ciddi anlamda sağlam ve kararlı adımlarla yükselen bir güç olmayı başarmıştır. Özellikle tarihi hinterlandı olan ve her zaman işimizin olduğu(!) Ortadoğu coğrafyasında, artık Türkiye’ye rağmen ve Türkiyesiz netice almak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Yaklaşık yüz yıl sonra batı emperyalizminin güç kullanarak çıkardığı bu coğrafya, yeniden Türk Nizâmının ayak seslerine şahit olmaktadır. Her şeyin hala çok zorlu olduğu coğrafyamız, bir ölüm-kalım savaşı şeklinde çetin bir sınavdan geçmektedir.

Türkiye, sınırlarında 10 gün öncesine göre çok daha güçlü ve rahattır. Lozan’la bize dayatılan ve sürekli sınır problemi oluşturarak kontrolsüz bir hat olması sağlanan güney sınırımız uzun soluklu ve derin yaralarımızın da ana kaynağı oldu. Güney sınırımızın dağlık alanlar olması kontrolü çok güç bu alanların ülkemize yönelik terör, yasa dışı girişler, kaçakçılık, sızma gibi her türlü illegal ve tehdit içeren faaliyetlerin de kolaylıkla yapılmasını sağladı. Oysa dağların hemen güneyinden başlayan düz arazi sınır kontrolü için çok daha müsait bir zemin teşkil etmekteydi. Bugün oluşmuş fiili durum, askerimizin büyük oranda dağlık alanların güneyindeki düz zemine yerleşmiş olması hasebiyle çok daha kontrolü yüksek bir sınır güvenliği imkânı tanımaktadır.

Barış Pınarının; harekât daha sonlanmadan diplomasi alanında getirmiş olduğu Ankara ve Soçi Mutabakatları, neticeleri uzun vadeli alınacak bir kazanım sürecinin de başlangıcı oldu. Bugün, Türkiye haklı isteklerinin oyalama taktikleriyle verilmemesi karşısında askeri seçeneği devreye sokar bir ülke durumuna gelmiştir. Tüm dünyanın kamplaştığı şu süreçte ABD ve Rusya; bizimle çatışmayı göze alamayarak, ülkemize alan açmaktan başka çare kalmadığını fark etmişlerdir. Son askeri ve diplomatik gelişmelerle ABD ve Rusya, artık ülkemizin dünya ölçeğinde etkin bir güç konumuna yükseldiğini kabullenirken, asıl kaybedenin ise ABD olduğu ortadadır. Türkiye üzerindeki psikolojik üstünlüğünü kaybeden ABD, tüm dünyanın gözü önünde zor karşısında çekilen taraf olma durumuna da düşmüştür. Operasyonel kabiliyeti ve cesareti sarsılan ABD, dünyanın diğer yerlerindeki adımlarına karşı da reaksiyonel tutumlara cesaret vermiştir.

Psikolojik üstünlüğünü kaybeden devletler için, bir sonrası geri adımlar olmakta ve süreç çorap söküğü gibi gelmektedir. Uzak Doğu Asya’da Çin-Hindistan ölçeğinde yükselen güç merkezleri, en batıda Türkiye’ye varıncaya kadar gelecek vadeden yeni bir yükselişe, daha doğrusu Asya’nın yükselişine sahne olmaktadır. Batı ise, Sanayi Devrimi ile başlayan ve zirvesini Soğuk Savaş’ın hemen ardından gördüğü küresel ölçekteki hegemonya ve yayılma döneminin de nihayetine gelmiş durumdadır. Zaten hammadde, enerji ve nüfus gücü bakımından dışarıya ihtiyaç duymayan Asya ülkeleri; üretim ve ekonomik yatırımları bölgesine çekerek hızla mesafeyi kapatmayı başarmışlardı. Bu gelişmeler doğal olarak askeri ve siyasi güç kayışlarını da beraberinde getirmiştir.

Gelinen durum, önce ABD sonra Rusya ile varılan mutabakatların Suriye ölçeğinde uzun soluklu ve belki de kalıcı bir sakinleşmenin ve anayasal yeni düzene geçişin sinyallerini de vermiştir. Mutabakatın uygulanması durumunda (!) terörden arındırılacak bölge ilk etapta yerinden oynatılarak muhacir durumuna düşürülmüş milyonların uzun bir şeritte ve kendi ülkelerinde yaşam sahasına kavuşmaları sonucunu doğuracaktır. Bu plan başarıyla gerçekleşirse, bundan sonraki sürecin Rusya-Türkiye öncülüğündeki yeni Suriye’nin anayasal düzlemle normalleşmesi şansını doğurur.

ABD’nin ikiyüzlü, sinsi ve güvenilmez siyaseti, bölgede Türkiye’yi elini daha açık oynanan Rusya’yla politik adımlar atmaya itmektedir. Ancak her iki tarafın da, YPG’yi kastederken bilinçli olarak “Kürtler” ifadesini kullanarak terör örgütünü sosyolojik bir temele dayandırıp, sinsi bir argüman geliştirmeye çalıştıklarına şahit olmaktayız. Türk Hariciyesinin karşı refleksi bu ifadenin teâmül haline gelmesine engel olmaktadır. Bu çok tehlikeli adımla PKK/YPG-PYD, Kürtlerin temsilcisidir algısının oluşması en başından engellenmelidir. Bu konuda zaten başta Irak Kürt Bölgesel Yönetimi lideri Neçirvan Barzani’nin, örgütün Kürtlere yaptığı zulmü ifade eden çıkışları, bölgedeki aşiretlerin karşı tutumları ve SMO içindeki Kürt unsurların YPG ile bizzat çatışıyor olması bu sinsi girişimin etkisini zayıflatmaktadır. Ancak üzerine düşülmezse potansiyel bir tehdit olduğu da aşikârdır.

Son gelişmelerle, AB ülkelerinin çoktan saf dışı kaldığı bölgede, ABD belirleyici aktör olma özelliğini yitirirken en büyük darbeyi İsrail’in aldığı ortadadır. Suriye-Irak ölçeğinde partner ve kukla olarak kurulacak terör devletçiği, İsrail’in nihaî planlarının bir parçası idi. Nil-Fırat arası bölgeyi Arz-ı Mev’ûd içerinde gören İsrail, bu hedefine kuzey yönünde taşeron örgütle gitmeyi daha masrafsız ve kolay görüyordu. Bu sebeple başından beri (1980’ler) PKK-PYD oluşumunu her yönden desteklemekten geri durmadı. Tıkır tıkır işleyen planları ise bugün çökmüş durumdadır. Gazze’deki Filistin direnişini bile çökertemeyen İsrail, bugün itibarıyla derin hayal kırıklıkları yaşayan taraftır.

Kurulduğu günden beri en çaresiz dönemini yaşamaya başlayan İsrail için, Suriye ve bölgede oluşma ihtimâli beliren çatışmasız dönem asla kabul edilebilir değildir. Bölge, sürekli kaos ve çatışma içerisinde parçalanmadıkça İsrail’in kuzeye doğru genişlemesi de mümkün değildir. Türkiye’nin her geçen gün büyüyen ve yükselen gücü İsrail’in bu planlarının boşa çıkmaya başladığının da işaretidir. Bu sebeple en büyük tehdit olarak gördüğü Türkiye’nin bir şekilde durdurulması olmazsa olmazdır.

Yarınların ne getireceği kesin olarak bilinmez. Ama gidişat ülkemizin bölge ve dünya ölçeğinde etkisinin giderek arttığı ve terazinin dengelerinde daha ağır bastığı şeklindedir. En kritik nokta iç huzurun ve barışın korunarak, millî meselelerde iktidar ve muhalefet olarak birlikte hareket etme ortamının sağlanmasıdır.

Jonhson’dan Trump’a mektuplar…

1964 yılında ABD Başkanı Jonhson’dan Ankara büyükelçiliğine şifreli bir mesajla gelen ve dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye iletilen meşhur mektup, ABD’nin kendi peyki olarak gördüğü Türkiye’ye gönderdiği terbiye edici mektupların en meşhurudur.

Nato’ya girişimizden itibaren ülkemiz içerisinde oluşturulan derin ABD gladyosunun ilk belirleyici müdahalesi 27 Mayıs ihtilali oldu. Seçilmiş hükümetin darbe ile saf dışı bırakılarak kontrol sağlandığı ülkemizde, bu tarihten itibaren ABD ağırlığı açıkça hissedilir hale gelmişti. 1,5 yıl kamuoyundan saklanan ve ancak 1966’da Hürriyet Gazetesi tarafından yayınlanan mektup, ABD’nin Türkiye’yi terbiye etme metodları arasına girmişti.

Kıbrıs bunalımı sürecinde tehdit diliyle yazılan ve bir şantaj mektubu olarak gönderilen mektup, ABD’li diplomatlar tarafından zaman tayinleri yapılırken; “mektuptan önce/mektuptan sonra” şeklinde tarih ayırımlarına bile sebep olmuştur. Ancak bizim açımızdan en mühim sonucu Kıbrıs Barış Harekâtının 10 yıl gecikmesine sebep olmasıdır!

1964’den bu güne çok mektuplar geldi. Yine bir askeri harekât öncesi bir mektup bu sefer de Başkan Trump’tan geldi. Geldi, ama bu sefer netice vermedi. Jonhson mektubu Kıbrıs harekâtını 10 yıl ötelerken, Barış Pınarı Harekâtı için saniye tehirine bile sebebiyet vermedi. Aradaki en mühim fark budur herhalde. O dönem Türk hükümetinin elini kolunu bağlayan mektup, bu dönem cevabını Barış Pınarı ile alarak, değersiz kâğıt hükmüne düştü. Köprülerin altından çok suların altığı malumdur. 1964’te doğan bir çocuk bugün torun sahibidir. Türkiye’nin terbiye edilme dönemi sona erdi. Bunu artık kendileri de fark etmeye başladılar. Görelim mevlâm gelecek devrânlarda kimin fermânını yürüte…

25/10/2019

İbrahim KANADIKIRIK