Türkiye’nin milli sınırlarını savunma konseptinin sınır içinden sınır ötesine kaydırılmasıyla birlikte içerden ve dışarıdan aynı minvâlde çatlak sesler yükselmeye başladı. Dışarıdan “ne işiniz var?” söylemlerinin içerideki yansımasıyla “ne işimiz var?” şeklinde siz dilli-biz dilli ortak söyleme dönüştü. Bunların mekânsal farklılık dışında aynı dünyaların insanları olduğundan şüphemiz olmadığı için şaşırmadık. Bu yazımızda Libya özelinde ve Kuzey Afrika genelinde; “oralarda ne işimiz var?” sorusuna cevap bulmaya çalışalım.

Öncelikle iddialı bir şekilde şunu söyleyelim: Bugün Libya-Tunus-Cezayir adı verilen üç komşu ülke yeryüzü coğrafyasında müstakil ve Müslüman ülkeler olarak varlarsa bunu sağlayan Osmanlı ecdadımızdan başkası değildir. Kısaca bu ülkeleri gerçek anlamda kuran ve bugüne taşıyan Türklerdir. Zaten bu üç ülkenin bayraklarının “ay-yıldız” esaslı olması hakiki kimliğinin de en bariz işaretidir. Nasıl mı?

15. asrın sonlarında (1492) Endülüs’ün son kalesi Gırnata’yı düşürmeyi başaran İspanya, İber Yarımadasında Hıristiyan hâkimiyetini tekrar kurdu ve gözünü denizaşırı ülkelere dikti. Amerika’da muazzam sömürgeler elde eden İspanya, 16. Asra Avrupa’nın en kudretli Hıristiyan Devleti olarak girdi. Kuzey Afrika’daki Müslüman emirliklerin parça parça ve zayıf olmasından istifade ederek güçlü donanmasıyla bir hamlede Cezayir’den Mısır’a kadar hâkim olmayı başardı.

Karada çok güçlü bir devlet olmasına rağmen denizlerde etkisiz olan Mısır-Memlûk Devletinin Hint Okyanusunda Portekiz’i, Akdeniz ve Kuzey Afrika’da İspanya’yı durduramaması vazifeyi Osmanlıların yüklenmesine yol açtı. 2.Bayezıd’dan (1481-1512) itibaren Osmanlılar Orta ve Batı Akdeniz’e yelken açmaya başladı.

Amacımız burada tarih dersi anlatmak değil tabi ki. Ancak tarihi misyonumuzun nerden nereye uzandığını bilmezsek, şuursuzca “ne işimiz var?” korosuna katılır, birilerinin ekmeğine yağ süreriz. Neyse devam edelim.

Batı Anadolu kıyılarından denizciliğe atılan yiğit Türk Deniz Akıncıları (Korsan sınıfı) Kemal Reis’ten itibaren, Akdeniz ve Kuzey Afrika’da asırlar sürecek destansı bir mücadelenin de fitilini ateşlediler. Baş aldılar, baş verdiler ve yaklaşık üççeyrek asırlık bir mücadele sonucu İspanya’yı Cezayir, Trablusgarp ve Tunus’tan, Portekiz’i Fas’tan atmayı başardılar. Osmanlı sürekli bu coğrafyalara ve harp gemilerine levent yazdırarak buraların asırlarca elde kalmasını sağladı. Eğer Türk denizcileri tam zamanında yetişmeyip, büyük fedakârlıklarla Kuzey Afrika’dan Avrupalıları çıkarmamış olsalardı, bugün Mısır’a kadar tüm Kuzey Afrika Hıristiyan Latin Avrupa’nın uzantısı olarak Endülüs’ün kaderini paylaşmış olacaktı. O zaman da tarihin bir başka türlü tecelli edeceğinden kimsenin şüphesi kalmazdı.

Garp Ocakları adı verilen bu üç ülke (Libya-Tunus-Cezayir) güçlü donanmalarıyla Akdeniz’de asırlarca düşman saldırısından emin bir şekilde yaşadı. Osmanlı, eyalet teşkilatıyla yönettiği bu ülkelerin başında bulunan Beylerbeyileri (18. Asırdan itibaren Dayılar) ve askeri teşkilatının yerel Berberi halkıyla da yakın ilişki kurmasını sağladı. Anadolu’dan giden leventlerin yerel halkın kızları ile evlenmelerine müsaade edildi. Neticede zaman içinde buralarda Türk soylu “Kuloğulları” adı verilen melez bir sosyal tabaka da oluştu. Böylece bu ülke halklarının Anadolu ile özel bir kan ve gönül bağı oluşmuş oldu.

Bunlar içinde en güçlüsü olan Cezayir donanması Osmanlı donanmasının en büyük takviye kuvveti olarak Batı Akdeniz’i asırlarca kontrol etti. Hatta 1795 yılında taze bir devlet olan ABD’yi Türkçe metinli bir anlaşma ile 17 yıl boyunca vergiye bağladı. ABD’nin 2,5 asırlık tarihinde vergi verdiği tek devletin Osmanlı’nın Cezayir eyaleti oluşu ve yine İngilizce olmayan tek anlaşma metninin bu olması buraların tarihi misyonu açısından küçük bir misâl teşkil eder.

Garp Ocakları adı verilen; Libya-Tunus-Cezayir’in çöküşü 1815-Viyana Kongresi kararları ile başladı. Korsanlığın yasaklanması ile buralar iktisadi durgunluğu girmiş ve zayıflayan Osmanlı da Garp Ocaklarını koruyamamıştır. Cezayir (1830) ve Tunus’un (1882) Fransa, Trablusgarp (Libya)’ın (1911) İtalya tarafından ele geçirilmesiyle birlikte bu topraklarımız ana vatandan koparılmıştır.

Anadolu’nun işgali etrafındaki kol ve bacakları durumundaki Kırım, Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika topraklarımızın bizden kopartılmasından sonra gerçekleşti. Bugün buraları korumayı ve rahatlatmayı başaramazsak yarın Anadolu adı verilen kalpgâhımızın varlığını da garanti edemeyiz. Türkiye sadece Anadolu’dan ibaret değildir. Türkiye, Misâk-ı Millî sınırlarının da çok ötesinde muazzam bir coğrafyadır ve bu coğrafyanın neresine diken batarsa acısı Anadolu’dan duyulur. Anadolu ise tüm bu coğrafyaların yaşam kaynağıdır.

Libya ile hem gönül, hem kan bağımız var. Bu sebeple bizim orada her zaman işimiz var. Nasıl şehid Oruç Reis’in mübarek naşı Cezayir’in en batı ucunda yatıyorsa, şehid Turgut Reis’in de mübarek naşı Trablus’ta yatmakta ve biz torunlarına lisân-ı hâl ile “şehidin yattığı her yer vatan toprağıdır” mesajını vermektedirler. Biz bizden olanın koruma mücadelesini veriyoruz.

Şimdi soruyu tekrar soralım;

  1. Libya’da ne işimiz var diyenler”; Siz kimsiniz ve kimin adına bu soruyu soruyorsunuz?

  2. “Libya’da Türkiye’den başkasının ne işi var?”

Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.

Ahmet GÜNEÇIKAN Kardeşim;

Güzel yüzlü, güzel sözlü kıymetli dostum. İlkeli, dürüst, nazik ve samimi tavırlarınla ideal bir basın-yayın muhabiri olarak seni tanıdım. İnşaallah ilerleyen yıllarda da şehrimize güzel katkıların olacağından şüphem yok.

Vatan hizmeti olan askerlik vazifeni en güzel bir surette tamamlayıp, aramıza tekrar dönmen dileklerimle hayırlı tezkereler dilerim.