Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıl dönümüne özel yazı dizisi başlatan Kahramanmaraşlı Müzik Adamı, Araştırmacı ve Bağlama Üstadı Mehmet Bağlar, Dr. Gökhan Gökşen’in Abdal Halil Ağa’nın hayatını konu alan Beyaz Sessizlik kitabını yazı dizisi şeklinde köşesine taşıdı.

ABDAL HALİL AĞA’NIN KARDEŞLERİ

(MİLLET NEDİR?)

O gün ve günümüzde millet kavramı üzerine çalışan insanlara milletin kim olduğunu, bizim hangi millet olduğumuzu Abdal Halil Ağa söylemişti.

Türk Milleti miyiz, Türkiyeli miyiz, Anadolu halkı mıyız?

Bizim kim olduğumuz, kendimizi nasıl adlandırdığımızda değil, zor anlarda gardaşımızın bağrına çomak vurup vurmayacağımızda gizlidir.

Kelimelere hapsedilen içi boş kardeşliğin kime faydası olabilir ki.

Uzaklardan sadece parasıyla davul çaldıramaya çalışanlara,

Yanı başında aynı topraklarda yaşayan gardaşlarını, evlatlarını öldürenlere, sen benim milletim olamazsın demiştir.

Bir millet olabilmek için;

kendi çıkarlarını düşünmeden, soğan gabcığına muhtaç olma pahasına gardaşlarının bağrına çomak vurmamak gerektiğini tarihe kazımıştır.

Fransız lejyoner birliği Fransa’nın menfaatleri doğrultusunda Maraş’a girmişti.

Fransız üniformalarının içinde Osmanlının sadık milleti Ermeni vatandaşları da vardı.

Sömürülen Tunuslu, Cezayirli Müslümanlar da işgal gücünün askeri olarak gelmişlerdi.

Fransa parasıyla, sömürge politikalarıyla bu insanları Fransız askeri yapmıştı.

Abdal Halil Ağa’nın “din gardaşlarım” hitabı Tunuslu, Cezayirli, Yemenli tüm İslam âlemini kapsamaktaydı.

Ne acıdır ki aynı dinin Hintli mensupları İngiliz askeri olarak, Cezayirli, Tunuslu din kardeşleri Fransız askeri olarak Maraş’a gelmişlerdi.

Acaba onlar da Abdal Halil Ağa gibi "din gardaşlarımızın bağrına çomak vuramayız” deseydi;

Dünya tarihi nasıl şekillenirdi?

Çok manidar, ibrete şayan bir manzaradır bu…

Sömürdüğü ülkelerin Müslüman askerleri ve Osmanlının Millet-i Sadıkası iken, kışkırtılmış Ermeni topluluğundan oluşan bir birlik aslında vatandaşı oldukları Osmanlı topraklarını Fransa’nın menfaatlerin için işgal etmekte;

İşgal ettiği toprakların sahipsiz kalmış öz evlatlarına parayla, tehditle baskı yaparak şaşalı bir karşılama beklemektedir.

Bu işgalden en çok siyasi ve maddi çıkar sağlayacak olan Fransızlar, bu senaryoya yüksek rütbeli subayları ile katılacaktır.

Aynı dine sahip sömürge Müslümanlar, aynı topraklarda yaşayan Ermeniler, Osmanlının öz çocuklarına saldırırken; onları bu ateşe atan Fransa onların hükümeti olacak, yani onlara hükmedecek.

Demek ki dünya böyle sömürülüyor…

Günümüzde de aynı oyun başka oyuncularla dünya sahnesinde sahnelenmiyor mu?

İstiklalleri alınan toplumlar, yalan dünya da boş işlerle oyalanmıyor mu?

Ama onlar Abdal Halil Ağa’yı, istiklâlin İslamın şartı olduğunu unutmamış Maraşlıları, yıllarca İslamın sancaktarlığını yapmak için cepheden cepheye koşan bir topluluğu unutmuşlardı

Kimdi bunlar?

Bunlar yıllarca birlikte yaşamış, birlikte eğlenmiş, birlikte üzülmüş, komşu olmuş, birbirlerine selam vermiş, gün gelmiş kavga etmiş, gün gelmiş barışmış, insanlığı, ahde vefayı, tuz ekmek hakkını unutmamış sıradan insanlardı.

Bunların yaşam anlayışıyla, işgal güçlerinin Müslüman askerlerinin yaşam anlayışı arasında ne fark vardı?

Din gardaşlarının bağrına çomak vuramam diyen Abdal Halil aradaki farkı haykırarak tarihe yazmıştır.

Cuma hutbesinde kalesinde bayrağı dalgalanmayan bir topluluğa Cuma namazı farz değildir. diyen Rıdvan Hoca bu sorunun cevabını o gün söylemiştir.

Maraşlı’nın ruhuyla yaptığı mücadele, aradaki farkı tarihe yazmıştır.

Aradaki en büyük fark; Anadolu Türk-İslam Sentezi’nde İstiklalin, yani özgürlüğün hayatın vazgeçilmez gereği olduğu asla unutulmayışı idi.

Hangi düşünce onları birleştiriyordu?

Kardeşlik duygusunun Mevlana sentezi vardı yüreklerinde; insan sevgisinin, farklılıkları hoşgörünün abidesi yüreklerine inşa edilmişti.

Abdal Halil Ağa, Anadolu Türk- İslam Sentezinin özünü söylemişti:

Bu toprakların istiklâl ruhunu, cesaretini, tuz ekmek hakkını, Yunus’unu, Mevlana’sını, Hacı Bektaş’ını söylemişti.

Beyaz elbisesiyle Malazgirt Ovasında 1071 yılında Anadolu fatihi olan Alparslan’ın açtığı yoldan devam eden Fatih Sultan Mehmet’in, Yavuz’un, Şeyh Edebali’nin, Akşemseddin’in, al sancak için şehit olanların ruhunu haykırmıştı.

Dünyayı sarsan Moğol işgaliyle savaşan oğuzun uç beylerinin torunları, bugün dünyayı dalayan sömürge ordularının karşısında imtihan olacaktı.

Anadolu insanını tanımayan güçler; kendilerini parayla alkışlatmaya alıştıklarından, dünyada maddiyatın ötesine inanarak, özgürlük isteğiyle, sivil iradelerini kullanarak işgale karşı koyacak insanların olacağını düşünememişti belki de.

TUZ EKMEK HAKKI

Abdal Halil Ağa ihaneti görmüştü.

Savaştıkları düşman şimdi evine, yurduna gelecek ve kendisini yönetecekti.

Düğünlerinde davul çaldığı, yıllardır beraber yaşadığı Ermeni topluluğu; dökülen onca kana, verilen şehitlere rağmen kendi devletlerini işgal eden yabancı güçleri bir şenlik içinde karşılamak istiyordu.

Aynı ihanete siz uğrasanız ne hissedersiniz?

Şenliklerinde, düğünlerinde davul çaldığınız insanlar sizin kaybettiğiniz bir savaşa sevinse ne hissedersiniz?

Komşusu Ermeni aileye savaşın tüm çetinliğine rağmen güvenen, insanı insan olduğu için seven bir halk vardı.

Maraş Harbinde ailesini korumak için komşu Ermeni’ye güvenen İnce Ökkeş, altı çocuğu ve eşiyle sığındığı Ermeni komşusu tarafından öldürülebileceğini aklına bile getirmemişti.

Çünkü tuz ekmek hakkı vardı.

Çünkü kendisine söz vermişti.

Türkler galip gelirse, Ermeni komşusu İnce Ökkeş’in evine sığınacaktı.

Komşusundan asla şüphe etmedi.

Çocukları ve karısıyla, tuz ekmek hakkına güvenip ölüme gitti.

Abdal Halil Ağa da tuz ekmek hakkını bildiğinden, davulunun kasnağını altınla doldurulmasındansa, din kardaşlarının soğanının kabcığına muhtaç olmayı tercih etmişti.

Biliyordu din gardaşları en kötü günlerini yaşıyordu. Verecekleri tek şey soğan kabcığı da olsa, aç da kalsa onların tuz ekmek hakkını ödeyecekti.

Çünkü onlar kendisinin kardeşiydi.

Anadolu da “tuz ekmek hakkı” paha biçilmez bir kültürdür.

Oysa şimdi birlikte yaşanan yılların hiçbir anlamı yoktu.

Düşman davulla, zurnayla karşılanmak istiyordu.

Gardaşlarının, kendisinin, arkadaşlarının yıllarca savaştığı düşman çocuklarının yanına gelecekti.

Kendi iradesi dışında bir yönetim kurulacaktı.

Ermeniler de onları Abdal Halil’in davuluyla karşılamak istiyorlardı.

Osmanlının kaybettiği bir savaş vardı.

İngilizler Arap Yarımadası’nın petrolü bol topraklarına göz diktiklerinden, kıraç buldukları Maraş’ı Fransızlara vermekte bir beis görmemişlerdi.

Ya Abdal Halil Ağa, ya Maraş denilen bu sessiz kentin içinde yaşayan insanlar…

Onları işgal güçleri hesaba katmıyordu.

Öyle ya, Osmanlı Mütareke Antlaşmasını imzalamıştı. Bu toprakları istediği gibi işgal edecek hukuki imzayı işgal güçleri almıştı.

Ama unuttukları bu toprakların bir bedeli daha vardı.

Ecdadın kanıyla alınan, kardeşlerinin kanıyla korunan bu toprağın bedelini onlara hatırlatacak bir MİLLET vardı.

Bu millet; sıradan insanlardan oluşan, fakir, okuma yazma bilmeyen, tek dişi kalmış sömürgeci medeniyetin idrak edemeyeceği kadar vatanına bağlı, onun için her bedeli ödemeye hazır, özgürlüğün yaşamın şartı olduğuna inanan insanlardan oluşacaktı.

Bu millet aynı dinin mensubu olmalarına rağmen, kendilerini işgale gelecek din kardeşlerinden değil, birbirinin bağrına çomak vurmayacak insanlardan oluşuyordu.

Bu millet, kendilerine karşı çıkmayan, onları arkadan vurmayan Yahudilere hoşgörü gösterecekti.

Kahramanmaraş’ta Yahudi azınlık1948 de kendi isteğiyle şehirden ayrılana kadar sorunsuz yaşamıştı.

Maraş Harbinin en şiddetli anlarında bile Yahudilerin kılına zarar gelmemişti.

Maraş Harbinin sonlarına doğru başlarına eşarp bağlayan, ayaklarına şalvar giyen, kadınlı-erkekli Yahudi aileler Ermenilerin elinden kaçıp Maraşlılara sığınacaktı.

Çünkü onların tuz ekmek hakkını unutup, arkalarından vurmayacaklarını biliyorlardı.

İmparatorluğun parçalanmasını hızlandıran, etnik ayrımcılık; Ermenileri, Sırpları, aynı dine mensup Arapları, Rumları, Bulgarları ve diğerlerini Osmanlıya karşı ayaklandırdı.

Ama şimdi ezilen, öldürülen, özgürlüğü elinden alınan insanlar vardı.

Bu mazlum insanları dünya üzerinde savunabilecek, onların zulme uğramalarını önleyecek bir devlet gücü bulunmamaktaydı.

Bir’ olmazlarsa yok olacaklardı.

Osmanlının yıkıma sebep olan milliyetçilik bu insanların tek kurtuluş çaresi olmuştu.

Bu insanlar yekvücut bir toplum yani millet olmuşlardı.

Abdal Halil Ağa’nın davul çalmayı kabul etmediği 28 Ekim 1919 tarihinde Atatürk Sivas’taydı.

Sivas kongresi 11 Eylül 1919’da, Abdal Halil Ağa olayından 47 gün önce bitmişti.

Alınan kararlar şunlardı;

1) Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, ayrılamaz

2) Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.

3) İstanbul Hükümeti, dışarıdan gelecek bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.

4) Kuvva-i Milliye’yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.

5)Manda ve himaye kabul olunamaz.

6)Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler “ Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti “ adı altında birleştirilmiştir.

7)Milletimiz çağdaş gayelerin büyüklüğüne inanır ve teknik, sınaî ve iktisadi durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder.

8)Mukaddes maksadı ve umumi teşkilatı idare için kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.

İşgalden kurtuluş için iki aşamalı bir beklenti başlamıştı. İstanbul Hükümetinin bu mücadeleyle savaşabileceğini düşünenlere zaman tanınmış.

Bu mücadele yeterli olmazsa Kuvva-i Milliye’ye başvurulacağı söylenmişti.

Manda ve himaye olmadan sadece Kuvva-i Milliye ile bu savaşın kazanılacağı düşünülüyordu.

Anadolu da Kazım Karabekir Paşa’nın birliklerinden başka Osmanlı birliği bulunmazken Sivas kongresinde 4. madde de belirtilen Kuvva-i Milliye hangi güçtü?

KUVAYI MİLLİYE NEDİR?

Mustafa Kemal Paşa Kuvva-i Milliye’yi şöyle tanımlar: Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasi ve askerî bir çember vardı.

İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da.

Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, 'ordu' adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmak ve korumak olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya, ulusun kendisine kalıyor. Buna Kuvva-i Milliye diyoruz.

Kuvva-i Milliye bütün bu kararlardan habersiz, Abdal Halil Ağa’nın ruhunda şekil buluyordu.

Kuvva-i Milliye denilen güç Abdal Halil Ağa gibilerin ruhundaydı.

Kuvva-i Milliye milletin gücü demektir.

Halil Ağa’nın kardaşlarımın bağrına çomağımı vurmam dediği gün olan 28 Ekim 1919 da;

Maraş’a silahlı Fransız birlikleri elini kolunu sallayarak gelirken, Mondros antlaşması bahane edilerek işgal meşrulaştırılırken, Arap, Rum, Ermeni vb. Osmanlı yurttaşları kendi devletlerine, beraber yaşadıkları insanlara düşmanlıktan çekinmezken Anadolu’da milletin gücü neydi?

İşte Abdal Halil Ağa’nın çalmayan davulu Kuvva-i Milliye’nin esas gücüdür.

Metanetle kına yakarak evlatları huzuru ilahiye gönderen anaların gücü, kanaatle aş-ekmek değil, vatan isteyen bireylerin imanına Kuvva-i Milliye denilir.

Sıradan bir insanın, bir davulcunun, kendi imparatorluğuna, idarecilerine dahi üstünlüğünü kabul ettirdiği bir güce karşı gösterdiği umursamaz kahramanlığının adıdır Kuvva-i Milliye.

Bir şehir düşünün, Cuma günü Ulu Cami’de toplanacak ve oradan kaleye çıkacak, işgal güçlerinin bayrağına başkaldırmayı düşünüyor.

Düşünen insanları, işgal güçlerini yok etmeyi tartışıyor.

Millet olan insanlar hazırlık yapıyor.

Düşman bir şeyler hissetse de şehrin davullarının susmasından, beyaz sessizliğinden başka bir şey görmüyor.