Malum olduğu üzere, iç politika yazılarımızın ilgi alanı değil. Ancak millî, dinî ve kültürel meseleler toplumumuzun ortak değerleri olduğu için bu meselelerde konuya bî-taraf kalmamız da imkân haricidir. Geçenlerde gazi ve milli meclisimizde ve siyaset perdesi altında birilerinin, inancımızın temeli olan Kur’an eğitiminin küçük yaştaki çocuklarımıza öğretilmesi konusundaki rahatsızlığını “Ortaçağ zihniyeti” yaftasıyla dile getirmesi siyaset polemiğinin ötesine kaydı. Abdal Halil Ağamızın ifadesiyle bu mesele tam anlamıyla “din bahsi”ne girdi. Müslümanın en âlim ve faziletlisinden ayık gezmeyen sarhoşuna varıncaya kadar iman meselesi “din bahsi”dir. 

                Kahir ekseriyeti Müslüman olan ve 1000 yıldır her karışının İslâm nuruyla aydınlandığı bu ülkede Kur’an’ın küçük çocuklara öğretilmesine karşı çıkmak da ne demek oluyor? 28 Şubat zulmü yeniden mi hortlatılmak isteniyor, sorusu akla gelmiyor değil.

                Müslümanların ölçüsü ne şunun ne de bunun ifadeleri ve yorumlarıdır. Hayatımızın tanziminde Kur’an’ın en muhteşem müfessiri hazreti peygamber aleyhisselama bakarız. Ne buyuruyor âlemlerin sultanı:

                “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne ve babası Müslüman, Hristiyan, Yahudî, Mecusî veya Müşrik olarak yetiştirir.” İslâm’ın evrensel hükmü ortadadır. Çocuğunun nasıl ve ne zaman yetiştirileceğinin hak ve yetkisi anne babadadır. Ecdadın “ağaç yaşken eğilir” sözü bu hadisin Anadolu irfanıyla en güzel izahıdır. Her anne baba da çocuğunu kendi inancı üzere yetiştirmek ister veya kendi rızasıyla bir başka inanç üzere de yetiştirilmesine müsaade eder. Buna ne devlet ne de bir başkası müdahale etme hakkına sahip değildir. Allah katındaki sorumluluğu da kendine aittir. Anne baba sadece iyiye ve güzele teşvik edilir.

                Kur’an’ın küçük yaşta öğretilmesine karşı çıkanlara sormak lazım. Bu düşünceyi sadece Müslümanlar için mi savunuyorsunuz, yoksa bu ülkenin Hristiyan ve Yahudi vatandaşlarının da çocuklarını küçük yaşta kendi din eğitimlerinden geçirmelerine de karşı mısınız? Yani kilise ve sinagoglardaki din eğitimlerinden de rahatsız mısınız? Samimi iseniz buna cevap veriniz. Ancak böyle bir cevabı bu ağızlardan asla duymayacağınıza emin olabilirsiniz. Çünkü düşmanlık herhangi bir inanca değil, direk İslâm’adır. Çünkü bu topraklar Müslüman kimliğiyle dolaşan çok gayrimüslim gördü ve görmeye de devam ediyor. Testi, içinde ne varsa dışına onu sızdırırmış

                Gelelim mevzumuzun ikinci kısmı olan makale başlığımıza. Ortaçağ kimin karanlığıdır?

                Kendi medeniyetimizin ve Batı dünyasının cemaziyelevvelini oldukça iyi bilen bir tarihçi olarak İslâm Dünyası ile Batı’nın Ortaçağ boyunca yaşam standardı ve anlayışı noktasında büyük bir makas açıklığını yaşadığını tereddütsüz ifade edebilirim.

                Evet, Ortaçağ karanlıktır, zulmet ve geriliktir. Ancak Batı, yani Avrupa için öyledir. Tüm ortaçağlar boyunca Avrupa ümitsiz ve koyu bir cahillik ile bunun olumsuz sonuçlarının pençesindedir.

Bunun de başlıca mesulü Katolik Kilisesidir. Avrupalıların “Skolastizm” dediği bu dönemde kilise her şeyin hâkimidir. İnsan irade ve düşüncesinin, siyasetin, paranın, vicdanın hâkimidir.

Bilim, kilisenin kontrolü altında ve izin verdiği ölçüde yapılabilmektedir. Kilisenin doğruları bilimin de sınırını belirlemektedir. Kilisenin doğruları dışında bir şey savunamazsınız. Aksi takdirde dünya dönüyor diyen Rahip Bruno gibi hafif ateşte çevrile çevrile kızartılırsınız.

Kilisenin engizisyon mahkemesi gerçek bir işkence mahkemesidir. Kiliseye karşı gelmek en hafif haliyle aforoz edilmeye (yani dinden atılmaya), en korkunç haliyle de dayanılmaz işkence çeşitleri altında acı çeke çeke ölmeye neden olur. Krallar ve imparatorlar bile kilisenin boyunduruğu altındadır. Kilise öğretileri kutsaldır ve sorgulanamaz. Akıl tamamen devre dışıdır.

Muazzam para, arazi ve dinî güce sahip olan kilise kendi askeri gücünün de sahibidir. Ortaçağ Avrupası’nın kaderini elinde tutmayı başaran kilise; güç, ihtişam ve servetin zirvesini yaşarken her şeyini sömürdüğü Avrupa insanını da bir o kadar yoksulluk, cahillik ve salgın hastalıkların pençesine terk etmiştir.

Pisliğin getirdiği hayat şartları Ortaçağ Avrupası’nda başta “Kara Ölüm” diye tanımlanan veba salgını ile milyonlarca insanın ölümüne sebep olurken, feodal hayat şartları toprakları ile beraber alınıp satılan köylüleri yarı köle durumuna sürüklemişti. Senyör adı verilen toprak ağaları köylüye o derece sahiptiler ki, evlenen her kız ilk geceyi senyörünün yatak odasında geçirmek zorunda kalıyordu. Bilmem anlatabildim mi? Mel Gibson’un “Cesur Yürek” filmini izleyenler bu sahneyi anımsayacaklardır.

3.Haçlı Seferinde Kudüs önlerine gelen İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard çadırının etrafındaki insan pisliklerinden kaynaklanan ağır bir hastalığa yakalanır. Selahaddin-i Eyyubi’nin tedavi için gönderdiği hususi Müslüman hekimin, kralı tedaviye başlamadan önce çadırın etrafını ve içini temizlettirip, kralı yıkattırdığı tarihen sabit bir hakikattir.  Neden mi? Çünkü Ortaçağ Avrupası tuvalet ve yıkanma kültürüne yabancı idi!

Ortaçağ Avrupası akıl hastalarının, büyücülerin, engizisyon mahkemelerinin kâfir ilan ettiklerinin diri diri yakıldığı bir insan yakma tarihidir. Ortaçağ Avrupası zaman zaman kasaplarında insan etinin satıldığı bir yamyamlık tarihidir. Haçlı seferlerinde atlarının erzak torbalarında kurutulmuş insan eti taşıyan yamyamların tarihidir. Abartı  mı? Aç kaynakları oku. Hodri meydan.

Yazımızın hacmi bunları anlatmaya yetmez. Kısa bir kaç örnek anlamamız için kâfidir. Merak edenler ilgili yerli ve yabancı kaynakları hayretler içinde okuyacaktır. İşte İslâm’a düşmanlık etmeyi çağdaşlığın ölçüsü kabul eden ve Batı’ya taparcasına hayranlık duyan sözde aydınlanmışlarımızın Ortaçağ Avrupası buydu. Gerçek bir karanlık çağ zihniyeti Ortaçağ Avrupası’nın hakiki tarihidir.

Ortaçağlar, İslâm Dünyasının “Altın Çağı”dır. Kur’an nurunun aydınlattığı muazzam bir dünya Türkistan’dan Endülüs’e tüm insanlığın mürebbisi olmuştur. Gelişmiş ve tertemiz şehirleri, ilmin menbaı medreseleri, şifahaneleri, rasathaneleri, kâğıttan cama, tekstilden metalürji sanayiine kadar her alanda üretim ve ticaretin nimetinden istifade edildiği bir dünya. Tüm bunların kaynağını teşkil eden aklın ve ilmin hürriyeti...

Avrupa’nın tekâmülünün kaynağı ortaçağ İslâm Dünyası’dır. Batı’da Endülüs etkisi, doğuda Haçlı Seferleri neticesi Müslümanları yakından tanımanın getirdiği ilmî etkileşim Avrupa’nın ortaçağ karanlığından kurtulmasının da başlangıç noktasını teşkil eder. Bağdat’ta, Kurtuba’da, Kahire’de, Semerkant’ta vb. büyük şehirlerde milyonluk kitap sayılarıyla kütüphaneler İslâm Dünyası için normal bir şeyken, Avrupa sarayları kütüphanelerindeki birkaç binlik kitap mevcudiyeti büyük rakam kabul ediliyordu. İslâm Dünyası’nda alelade bir mütefekkirin evindeki kütüphanesinde birkaç bin kitap bulunması alışıldık bir durumdu.

Ortaçağ Avrupa zihniyeti ele geçirdiği Endülüs şehirlerindeki kütüphaneleri törenlerle yakarken, rasathane kulelerini çan kulelerine çevirmenin hazzıyla mutlu olabiliyorlardı. Biri dünyanın neresinde olursa olsun kitabı arayıp bulan, hazine değeri veren bir zihniyet, diğeri Müslümanlara ait kitapları yakma töreni düzenleyen bir karanlık çağ zihniyeti! Aradaki mukayeseyi varın siz yapın.

Sahi, “Ortaçağ” kimin karanlık zihniyeti?