Şehirlerimiz olağanüstü büyüdü. İnsan, bina ve araç kalabalığından iğne atsan yere düşmez hâle geldi. Büyüme muazzam sorunları da beraberinde getirdi. Başlangıçta büyümeyi büyük bir heyecanla karşıladık. Hoşumuza gitti. Şehirler birbiriyle ve dünya şehirleriyle büyüklük kıyasına sokuldu. Bunu gelişmişliğin bir ölçüsü olarak görmeye başladık. Büyükşehirlerin sunduğu imkânlar bu olguyu destekledi. Ancak ters giden bir şeyler var.

İki ucu arasındaki mesafe onlarca kilometreyi bulan tüketim ağırlıklı milyonluk dev şehirler...

Günde ortalama 2 saati ulaşımda geçen şehirler... (Kahramanmaraş ölçeğinde)

Motorlu taşıtların sebep olduğu yüksek desibellerdeki gürültü, egzoz gazı salınımı, harareti, trafik yoğunluğu, artan kaza riskleri...

Yüksek katlı binaların yaygınlaşmasıyla dar alanlara alt alta üst üste yığılmış nüfus yoğunluğu, şehir içi hava dolaşımını kesen yüksek binalar, hiçbir doğal üretime imkân vermeyen ve tamamen tüketimle hayatını sürdüren apartman yaşamları...

Araçların, iş yerlerinin, evlerin klima motorlarının ürettiği ve şehir içine hapsolan yüksek ısının sebep olduğu hararet ve kirli hava...

Tüm bu saydıklarımız ve sayamadıklarımızın insan yaşamına getirdiği mali külfet. Herkes çalışmak ve kazanmak zorunda. Aksi takdirde maliyetleri, masrafları, faturaları ve ihtiyaçları karşılayamama riski her zaman mevcut.

Kazancının ciddi bir kısmını ev kirasına vermek zorunda kalan aileler...

Küçücük çocukların evlerinden bilmem kaç kilometre uzaklıktaki okuluna gidebilmek için günün birkaç saatini geçirmek zorunda olduğu okul servisleri, 35-40 kişiyi bulan sınıflarda geçirilen günün 7-8 saati...

 Çocukların kreşlerde ve bakıcıların elinde annesinden uzak geçirdiği zamanlar, bilmem kaç milyonluk dört duvar arasındaki daire adı verilen ev görünümlü modern hapishanelerde (!)  cep telefonlarıyla kapısı kapatılmış odalarında zaman geçiren ve tamamen bireyselleşmiş yeni nesiller...

Gece yarılarına kadar TV programlarıyla vakit geçirerek aynı mekânda birbirine yabancı hayat yaşayan aile bireyleri...

Tüm bunların ötesinde kamu kurumlarının sürekli geliştirmek zorunda olduğu altyapı ihtiyacı ve köyden kente göç olgusuna tedbir alma zorunluluğu.

Daha sayalım mı? Bence gerek yok. Malumu tekrar ilan etmeyelim. Bu kadar yeter. Peki ya netice? Söyleyelim;

İnsan modern yaşamın kölesi oldu. Kendisine hizmet etmesi gereken eşyaya Ademoğlu hizmet etmeye başladı. Hayatın araçları amaçlara dönüştü. Herkes; en iyi, en yüksek, en çok kazanan vs. yani  “en” olmak peşinde.

Hayat çok hızlı akıyor. Zamanın bereketinin kalmaması asırlar öncesinden sevgili peygamberimizin haber verdiği bir kıyamet alâmeti. Zamanın bereketinin kalmaması şimdi daha iyi anlaşılıyor. İnsan modern şehir hayatında sürekli bir şeylere yetişmenin koşuşturmacası içerisinde. Saatlerin, günlerin, ayların hatta yılların nasıl geçtiğini bile bilemiyor. Çünkü durup idrak edecek, düşünecek zamanı yok! Otomatiğe bağlanmış makina gibi. Birçok işimizi bile randevu ile yapıyoruz.

Sonunda insan bireyselleşirken aşırı derecede yalnızlaştı. Hayatın tüm yükü bütün acımasızlığı ile sırtına bindi. İç âleminde mutsuz. Çok zaman gergin ve sinirli. Tahammülsüz. En ufak bir şeyde münakaşaya, fiziksel kavgaya, hatta yaralamaya ve cinayete varan sonuçlar yaşanıyor. Tanıdığı, tanımadığı, arkadaşı, iş yeri, komşusu, akrabası, aile bireyleri hiç fark etmiyor hepsiyle aynı durumları yaşıyor. Ruhi bunalımlar ve hastalıklar zirve yapmış durumda. Artık psikiyatri tabelaları her yerde. Demek ki ihtiyaç arttı. Arz-talep meselesi!

Bedensel rahatsızlıklar da çok arttı. Çevremizde ilaç kullanmayan neredeyse hiç kalmadı. Tansiyon, şeker, kalp, ağrı kesici ilaçları herkesin cebinde.

İnsanlar kedi, köpek, kuş, akvaryum balığı gibi evcil hayvanları besleyerek, sabah ve akşam yürüyüşleriyle, zayıflama salonlarıyla, 1-2 haftalık tatil programlarıyla rahatlamaya çalışıyor. Biraz imkânı olanlar iki ay bağlarına çekiliyor. Çoğunun da yetişkin çocukları gelmiyor. İmkânı olmayanlar parklarda bir köşe kapmanın peşinde.

Ne yapmalı da bu hızlı ve çok külfetli sağlıksız yaşam tarzına çözüm bulmalı?

Uzun süredir aklımda bir proje var. Ancak benimki tavsiyeden öte gidecek bir şey değil. Devlet eliyle atılacak adımlar derde deva olabilir. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bir proje geliştirebilir. Bunun tüm planlamaları yapıldıktan sonra bir kaç bölgede pilot uygulamalar yapabilir. Nedir bu proje?

“ Küçük ve Orta Ölçekte Sakin Kentler Projesi” ile büyükşehir mantığını tersine çevirebiliriz.

Hazine arazileri içerisinde ve doğal felaketlere karşı risk faktörü düşük hafif meyilli arazileri gerekli incelemelerin neticesinde küçük-orta ölçekli ve sınırlandırılmış kentler olarak imâra açılabilir. Nüfusu 50-100 bin arasını kapsayacak ortalama 100 binlik yeni kent alanları oluşturulabilir. Bunlar mevcut şehirlere en az 30-40 km. mesafede olmalıdır.

Önce buralarda tüm altyapı bir defaya mahsus olmak üzere planlanır ve hazırlanır. Kamu binalarının ve çarşılarının yerleri tespit edilir. Bu arada imara açılmış arazi sadece mesken yapımına izin verilecek şekilde halka arz edilir. Öncelik ev sahibi olmayan kiracılar, yeni evlenen çiftler gibi ihtiyaç sahipleri olmak üzere 500-1000 metrekarelik arsalar uzun vadeli ödeme koşullarıyla kira öder gibi vatandaşa açılır.  

Bu arsalarda TOKİ desteği ile 3 katı ve 200 metrekareyi geçmeyen bina inşaatı dışında geri kalan bölümü bağ bahçe tarımına açılmak üzere ruhsatlandırma yapılır. Kentin fiziksel büyümesi başlangıçtaki planlamayı aşmayacak şekilde sınırlandırılır. Böylece;

  • Büyükşehirlerin büyümesinin önüne geçilerek yeni yerleşim alanları kazanılır.
  • Uzunluğu 5-10 kilometre arası ve bir ucundan diğer ucuna yürüyüş mesafesiyle motorlu taşıt ihtiyacını minimize eden cazip kentler kurulur.
  • Bahçe içerisindeki aile evleriyle aile ekonomisine sebze-meyve, kümes hayvanı ve yumurta katkısı yapan şahsi mülkler oluşur.
  • Memur, esnaf, işçi vs. evinden iş yerine yürüyüş mesafesinde bir uzaklıktan geliş-gidiş yapma imkânı elde eder.
  • Artan nüfusun getirdiği yoğunluk, gürültü, trafik, çevre kirliliği gibi etkenler asgariye iner.
  • Hayat şartları ve geçim imkânları rahatlar.
  • Öğrenciler yürüyüş mesafesindeki okullarının ve yoğunluğu azalmış sınıflarının konforuna kavuşur.
  • Kamu kuruluşlarının hizmet kalitesi artar, külfeti azalır.
  • Sakin ve yavaş yaşam tarzı insan sağlığını ve psikolojisini olumlu yönde etkiler, problemler ve suç oranları düşer.
  • Çocuklar evlerinin bahçelerinde daha fazla zaman geçirmeye başlar ve teknolojik köleliğin azaltılmasına fayda sağlar.
  • Apartman dairelerindeki durağan yaşamın yerini daha hareketli sağlıklı yaşam standartları alır.
  • Bu kentlerde kurulacak KOBİ’ler hem kent ekonomisine katkı sağlar hem de büyük sanayi tesislerinin getirdiği olumsuzlukları bu kentlerden uzak tutar.
  • Bu kentlerde ikamet edenlere kentin yakınlarında büyükbaş ve küçükbaş hayvan çiftlikleri kurma imkânı sağlanır.
  • Ayrıca kent çevresinin sunduğu imkânlar ölçüsünde üniversitelerin ziraat fakülteleri, orman fakülteleri, su ürünleri fakültelerinin ve bir kısım meslek yüksekokullarının uygulama alanları tesis edilerek kente katkı sağlar.

Tüm bunlar bir hayal gibi görünebilir. Ancak hayaller harekete geçme iradesiyle gerçeğe dönüşür. İnsanlar modern büyükşehirlerin hayata getirdiği zorluk ve çekilmezlik karşısında kaçış arayışına girmiş durumdalar. Bunun da tek adresi doğaya dönüş ve doğayla barışık, doğayla içi içe bir hayat standardı. Bu ve benzeri projeler şehircilik uzmanları, üniversiteler, sosyologlar, psikologlar ve toplumun ilgili birçok kesiminin katıldığı kongrelerle tartışılıp geliştirilerek uygulanabilir.

Biran evvel ciddi adımlar atılmazsa dev şehirlerin oluşturduğu yepyeni problemler katlanarak artmaya devam edecektir...

İbrahim KANADIKIRIK