Türk Ocakları Kahramanmaraş Şubesinin, “Büyük Ortadoğu Yangını ve Türkiye” konferansı ilgiyle izlendi.

Türk Ocakları Kahramanmaraş Şubesi, bu yıl da güz dönemi faaliyetlerine Ortadoğu konferansıyla başladı. Necip Fazıl Kültür Merkezi’nde sunulan konferansın konuğu, Ankara Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Mehmet Akif Okur idi. Şube başkanı Av. Kemal Yavuz’un, konunun Türkiye için önemini vurgulayan takdim konuşmasından sonra kürsüye gelen Mehmet Akif Okur, özetle şunları söyledi: “Ortadoğu’nun bugünkü karakteriyle ortaya çıkışının tarihi, bu coğrafyadan Türk kalkanının çekilmesiyle, yani 1918 ile başlar. Bir kısmı doğrudan işgal edilen, bir kısmı manda idaresi kurulan bu ülkelerde oluşan sömürge rejimlerinin yetiştirdiği kadrolar, yeni bir tarih yazıcılığıyla Türklere zihinlerini ve kalplerini kapattılar. 1980’lerden sonra ise uyanan İslâm dünyasının kendi mecrasında gelişmesi engellendi, özellikle 2010’lardan itibaren Arap baharı denen gelişmelerle bir kaosa dönüştü. Bu kaosta, şu anda bir büyük tehlike olarak Irak ile Suriye topraklarında doğan IŞİD’in önceki El-Kaide’den farkı, Batılı hedeflere saldırmak yerine bu coğrafyada bir devlet olmak istemesidir. Ortadoğu’daki çatışmacı kültürün omurgasını ise, 1979 İran devrimiyle bir devlet ideolojisi olarak yorumlana militan Şiilik ile Vahhabî tecrübesinden evrilerek bu güne ulaşan Cihatçı Selefîlik teşkil etmektedir. Çatışmaların odağı haline gelen Suriye’ye şimdi artık Rusya’nın doğrudan müdahalesiyle işler daha karmaşık hale gelmiştir. Onunla kalmamış, yaşadığımız acı terör saldırılarıyla beraber doğrudan doğruya kendi içimize sirayet etmeye başlamıştır. Şimdi sorumuz şu: Bu noktaya gelinmesinde Türkiye acaba hangi yanlışları yaptı? Birincisi, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi Suriye’de de bir rejim değişikliği olacağı düşüncesiyle ön almak istedi, Şam ile ilişkilerini çabuk kopardı. İkincisi, Suriye’deki çatışmaların seyrini ve süresini de yanlış hesap etti, Esad rejimi altı ay içinde yıkılır sandı. Üçüncü yanlışı, Uludere olayından sonra PKK ile masaya oturdu. Bunun üzerine Türkiye sopası üstünden kalkmış olan PKK tarihte ilk defa Kuzey Suriye’de hâkimiyet alanı, yani kantonlar oluşturdu. Türkiye, Suriye PKK’sı olan PYD-YPG yapılanmasını başlangıçta önemsemedi. Nasıl olsa kısa zamanda Şam rejimi çöktüğünde bu yapıları da ortadan kaldırmak kolay olacak diye düşündü. Bu hesaplar tutmayınca Türkiye zincirleme zararlar gördü. Önce çözüm sürecinden yararlanan PKK, Kuzey Suriye’yi yönetebileceğini gördü. İkincisi, buralarda çok sayıda militan besleyecek hâle geldi, ordulaşma aşamasına geçti. Üçüncüsü, PYD-YPG yapılanmaları, elde ettikleri özerk güçleri sayesinde Dünya devletleriyle, ABD ile, Rusya ile diplomatik ilişkiler kurmaya başladı. PKK Amerika’ya, karada sizin yerinize biz savaşırız dedi ve savaştı da. Ardından Kantonlar arasındaki toprakları da birleştiren PKK alan hâkimiyetini genişletti. PKK’nın amacı, Kuzey Suriye’den Akdeniz’e doğru bir hat oluşturarak, Türkiye’nin Irak petrollerini nakil hatlarını kontrol edeceği seviyeye gelebilmekti. Bu hat ayni zamanda, Türkiye’nin Ortadoğu’yla kara bağlantısını PKK’nın denetlediği bir kuşak üzerinden yapmak zorunda kalacağı anlamını da gelir. Bu kadar güçlenen PKK, Türkiye’den de Suriye’den elde ettiğim kazanımların bir benzerini elde etmeyeceğim hiçbir çözümü kabul etmem demeye başladı. Böylece, üç yıl önce yediği darbelerle ümitsizlik derecesinde zayıflayan PKK’dan, çözüm sürecinde, gücünü tazelemiş, ordulaşmış, içerde siyasî desteğini artırmış, dışarıda uluslar-arası diplomatik muhatap haline gelmiş bir dehşet manzarasına kadar gelindi. Türkiye bu noktada artık neleri kaybettiğini iliklerine kadar hissetti. Sadece bundan ibaret değil, Suriye politikasının da ne kadar ters teptiğini, üç yıl içinde Esad’ın kazandığı destekler yüzünden yaşadı. Üstelik Esad’a yapılan en büyük desteğin, İran üzerinden yapıldığını gördü. O İran ki, Batı kendisine nükleer yaptırımlar uygularken, Türkiye Güvenlik konseyi üyesi olarak ABD ve Batıyla arasını açmak pahasına onun lehine bir plan taslağı hazırlayıp Birleşmiş Milletlere sunmuştu. Nihayet, Kırım’ı ilhaka kadar son yıllarda güç gösterisi yapan Rusya’nın Esad’a da hava desteği vermesi, Ortadoğu meselesine yeni bir boyut kazandırdı. Böylece Türkiye, Suriye politikasındaki bütün temel varsayımların yanlışlığını gördü. O yanlışlık, ülkemizin varlık-yokluk kavgası haline getirdiği terörle mücadelesinde zafiyet yarattı, aksine Terör örgütünü güçlendirdi. Ve terör örgütü yeniden saldırmaya başladı.”

‘TÜRKİYE SINIRI İÇ SAVAŞ COĞRAFYASI OLMAKTAN ÇIKTI’
Konuşmasının devamında Okur, “Suriye politikalarındaki hatalar, güneyimizde bir vekâletler savaşına yol açtı. Şöyle ki, Türkiye’nin sınırı yalnızca bir iç-savaş coğrafyası olmaktan çıktı, büyük güçlerin kendilerine yakın örgütleri birbirlerine karşı kışkırtarak rekabet ettikleri bir vekâletler savaş alanına dönüştü. (Yani falanca örgüt şu devletin, öbürüsü bu devletin hesabına savaşmaktadır.) Yakında Rusya’nın Irak hava sahasında uçtuğunu da duyarız. Sınırlarımızdaki yangın arttıkça, Türkiye’ye de sirayet ediyor. Türkiye’den Suriye’deki örgütlere – PKK’ya, IŞİD’e v.s. giden - ve oralarda çarpışan teröristler, Türkiye’ye dönünce oradaki düşmanlıklarını da buralara taşıyorlar. Ankara’daki terör hadisesi kapımızdaki tehdidin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Gerekli tedbirler almak için önce IŞİD’in ne olduğu anlaşılmalıdır. IŞİD, Amerikan’ın Irak’ı işgalinden sonra doğmuş ve Irak EL-KAİDE’sinden dönüşüme uğramış bir örgüttür. Irak’ta hem Amerika’ya karşı - büyük kayıplar pahasına -çarpışmış, hem de mezhep çatışmalarıyla halk nezdinde yer edinmiş, Amerika’nın çekilmesinden sonra Suriye’deki iç savaştan yararlanarak büyümüş bir kanlı terör örgütü. Ama diğer örgütlerden farkı, ayni zamanda Irak-Suriye ortak coğrafyasında bir devlet kurmak amacını gütmesidir. Esad, Dünyaya karşı kendini haklı göstermek için IŞİD’in vahşetlerine ve diğerler örgütlerin büyümesine başlangıçta göz yummuştur. Buralara, Türkiye dâhil birçok Batı ülkesi ve ABD’den büyük miktarda militan akışı olmuştur. Batı ülkelerindeki çoğu Suudî kaynaklı selefî camiler bu tip elemanların zihnen beslendiği, yuvalandığı mekânlardır. İŞID, bir ülkede yer tutmak isterse, yöntem olarak oralardaki etnik veya mezhep temelli fay hatlarını kullanır. Ayni yöntemle, geçenler Suudi Arabistan’da da Şii camilerini bombaladı. Amaç, oradaki Şiileri sokağa dökmekti. Türkiye’deki eylemlerini de böyle değerlendirmek gerek. Ama burada Şii camii değil de, ona göre Ankara Garı’nın önünde toplanan miting kalabalığı elverişli olmuştur.

IŞİD’ın Türkiye’ye yönelik iki amacı olduğu anlaşılıyor: 1. Yaptığı eylemlerle kendine ideolojik zemin yaratmak; 2. Türkiye’de bir iç çatışma çıkarmak ve bu iç çatışmanın esas coğrafyası sayılan Güneydoğu’ya nüfuz etmek. 6-8 Ekim olaylarını gördük; bu tip olayların kalıcı hale gelmesi, hem PKK’nın, hem IŞİD’ın işine gelir. PKK başarırsa, Suriye benzeri bir kanton da burada kurmuş olacak. PKK’dan kurtulmakla beraber Türkiye’de İŞID’ten yana olacak bir Güneydoğu yaratıldığında ise, Suriye’de büyük devletlerin artan baskısına dayanamaz hale gelip buradan çıkmak zorunda kalacak IŞİD için, Türkiye’ye nüfuz etme planı gerçekleşecek. Üstelik ona göre burada, Suriye’deki gibi dünya devletlerine karşı değil, tek bir Türkiye ile savaşmak daha kolay olacaktır. Bazen dillendirilen, bizim coğrafyamıza da uluslar-arası bir müdahale olur mu sorusunun cevabı, Allah korusun böyle bir cehennem fotoğrafından çıkabilir. Görüldüğü gibi etrafımızdaki bir büyük yangının kıvılcımları bize de sıçramaya başladı. O halde ne yapmalıyız:

Elbette ilk tedbir, sadece PKK’ya, IŞİD’e karşı değil, muhtemel her çeşit örgüte karşı kararlı mücadele etmek ve Devlet egemenliğini ülkenin her bölgesinde tesis etmektir. Türkiye’nin çözüm süreci adına ülkenin bir bölgesinde üç yıl boyunca ihmal ettiği güvenlik boşluğu, diğer terör örgütlerinin de iştahını kabarttı.

İkincisi; Suriye’deki savaşın uzayacağı biliniyordu. Rusya’nın müdahalesi bunu kanıtladı. Eğer büyük devletler isteseler şimdiye çoktan kadar çözerlerdi. Ama bu devletler petrol meselesi başta olmak üzere birçok hesabını Suriye üzerinden görmek istiyor. O halde Türkiye’ye düşen sorumluluk, hangi ittifak içinde olursa olsun, ülkesini bir çatışmalar coğrafyasına dönüştürmemek; bu anlamda içinde olduğu ittifakın önünde koşmamak; denge siyaseti gütmek ve zaman kazanmaktır.

Kazanacağı zaman içinde Türkiye’nin yapacağı diğer bir şey, millî imkân ve kapasitelerini arttırmaktır. Sadece NATO’ya güvenmeden kendi güçlerini geliştirmektir. Türk milleti, yüz yıl önce bu tehlikeleri yaşamış, ama bir büyük yangının içerisinden ülkesini kapıp kurtarmış, bugünlere gelmiştir. Geçmişte bütün bu kabil meselelerimizi güçlü Devlet aklıyla aştık, yine de aşacağımıza inanmaktayız” dedi. Haber Merkezi

Editör: Mahmut Beyaz