Malazgirt Savaşının üzerinden tam 950 yıl geçti.

Savaş, dünya tarihinin gidişatına yön veren sayılı dönüm noktalarından birisi oldu. Malazgirt, sonuçları itibarıyla Selçuklu ve Doğu Roma İmparatorluğu arasındaki bir çekişmenin çok ötesinde bir anlam taşır.

                Her olay, her gelişme, her savaş kendi içinde bir kısım manalar taşır ve kalıcılığı o manaya göre şekillenir. Bazıları da vardır ki mana ve kalıcılığı kıtalar ve medeniyetler ötesinde çağlar aşar ve dünya çapında kalıcı neticeler doğurur. İşte bunlardan birisi de 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferidir.

                Savaşın özel anlamı Türklere yeni bir vatanın kapılarını aralamış olması, karşı tarafın ise Anadolu’yu kaybetmesidir. Ancak mevzunun çok daha geniş bir çapta, cihân-şümûl bir anlamı vardır. Çünkü bu savaş; iki devletin çekişmesinin çok ötesinde, birbirinden tamamen farklı dünyaların ve medeniyetlerin hesaplaşmasıdır.

                Kadim Doğu ile Kadim Batı’nın MÖ 1. Asırda Büyük İskender’in Doğu Seferiyle başlayan çekişmesi, zaman içinde çeşitli fiziksel (coğrafî) ilerleme ve gerilemeleri getiren ve günümüze kadar gelen bir sürecin de menşei oldu.

                Hazreti Peygamber aleyhisselamın vefatının hemen ardından 7. asrın ortalarına doğru İslâm Medeniyetinin Arabistan’dan kuzeye doğru yayılmaya başlamasıyla birlikte Doğu-Batı çekişmesi aynı zamanda inanç esaslı bir medeniyetler çekişmesinin de ilk adımı oldu.

                Halid bin Velid komutasındaki İslâm Ordusu tarafından Yermük Savaşında (636) kısm-ı küllisi imha edilen Doğu Roma Ordusu tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alıp, Suriye-Filistin bölgesini Müslümanlara kaptırarak Anadolu’ya çekildi. Antakya’da neticeyi büyük bir teessürle öğrenen imparator Heraklius, tarihe geçen meşhur sözü “Elveda Suriye” ile Batı-Hristiyan Dünyasının sınırlarının Anadolu’ya çekildiğini ilan ediyordu.

                Bu netice, Batı’nın ve Hristiyanlığın en doğu ucu Doğu Roma ile İslâm Medeniyetinin yüzyıllarca sürecek mücadelelerinin de başlangıcı olacaktır. Maraş başta olmak üzere Anadolu’nun güney illeri bu mücadelenin başlıca kapışma sahası oldu. Zaman zaman İslâm orduları Ankara-Eskişehir hattına kadar ulaşırken, İslâm donanmaları Doğu Roma’nın kalbi Konstantiniyye’yi birkaç kez düşürme girişimlerinde bile bulunacaktır.

                Tüm bu gelişmeler Batı-Doğu çekişmesini iyice kökleştirirken, rövanşist duygular Batı dünyasında belirgin bir karakter vasfı kazanmaya başladı.

                Arap-İslâm Medeniyetinin 10. Asırdan itibaren zayıflayıp parçalanması Doğu Roma için karşı hamle fırsatı doğurup, Anadolu’nun güneyinde yeniden hakimiyet sağlamasına imkan verdi. Heraklius’tan beri ilk kez Suriye rüyaları görülmeye başlanmıştı ki, doğudan Türkler göründü.

                11. asrın başlarından itibaren yeni Müslüman olmuş Türklerin (Oğuzlar), Anadolu’yu yurt tutma amaçlı hedef alması Batı Dünyasının çok daha dehşetli bir travma yaşamasına yol açacaktır. Günden güne artan Türk akınlarını durduramayan Doğu Roma yüzyılın sonlarına doğru meseleyi kökünden halletmek için Romanos Diogenos önderliğinde muazzam bir orduyla Malazgirt’e yürüdüğünde tarihin akışının değişeceğinden habersizdi.

                Malazgirt’te tarihinin en feci mağlubiyetlerinden birine uğrayan Doğu Roma için sonuç, bir mağlubiyetin çok ötesinde en değerli eyaleti olan Anadolu’yu Türklere kaptırması ve Batı’nın sınırlarının Boğaziçi’ne gerilemesi olacaktır. Malazgirt, Doğu Roma için kelimenin tam anlamıyla ikinci Yermük Savaşı oldu. Yermük’te “Elveda Suriye” diyen Doğu Roma için şimdi “Elveda Anadolu” vaktiydi. Artık Konstantiniyye için tehlike çanları çalmaya başlamıştı.

                Savaş başlamadan önce Abbasi Halifesi Kaim bin Emrillah’ın tüm camilerde Malazgirt Ordusu için dua çağrısı ve zaferden sonra Sultan Alparslan’ın başta Bağdad olmak üzere İslâm Dünyasının belli başlı merkezlerine zafernâmeler ve fetihnâmeler göndermesi, savaşın iki rakip dünyanın kaderini belirleyen bir etken olduğunu ortaya koyması açısından çok mühimdir. Artık İslâm ülkeleri daha bir güvende olurken, Hazreti Peygamber aleyhisselamın muştusu olan Konstantiniyye hedefine çok daha yakınlaşılmıştı. Kızıl Elma belliydi. Dünya Tarihinin akışı tamamen değişmişti.

                Suriye-Filistin-Mısır ve İspanya’yı 7. Ve 8. Asırlarda Müslümanlara kaptıran Batı Dünyası, her ne kadar İslâm hakimiyetini belirli ölçülerde geriletmeyi başarabilmişse de; Doğu Roma, Türkleri durduramıyordu. Bu sebeple Malazgirt’in sesi başta Vatikan olmak üzere, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de duyulacak ve şiddetli bir karşı refleks duygusunun gelişmesine yol açacaktı.

                Artık olay Selçuklu-Doğu Roma mücadelesini çoktan geçmiş, Doğu Hristiyanlığının başaramadığını başarma vazifesini Batı Hristiyanlığı devralmıştı. Batılıların “Şark Meselesi” dediği ve Müslümanları önce Anadolu’dan, ardından da Suriye-Filistin’den atma projesi diye özetle tanımlayabileceğimiz dini-politik strateji gerçek anlamda hayata geçirildi. Böylece temelleri “Elveda Suriye” anlayışıyla atılan Şark Meselesi, tam anlamıyla Malazgirt Zaferi sonrası vücut bulmuş oldu.

                Malazgirt’ten hemen sonra Anadolu’nun bir çırpıda fethedilişi ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın Boğaziçi’ne kadar hakim olarak Konstantiniyye’nin kapısına dayanması Batı Dünyasında kıyameti kopardı. Türkler, Hristiyanlığın önemli merkezlerinden İznik’i başkent yapmış, boğazı geçip Avrupa’ya atlamaya hazırlanıyordu. Harekete geçmek için yarın çok geç olabilirdi.

                İşte bu manzara Malazgirt’ten sadece çeyrek asır sonra Haçlı Seferlerinin başlamasına yol açtı. Şark Meselesi, kutsal bir dava olarak kuvveden fiile çıkmıştı. Coşkulu ve tutkulu kalabalıklar, papazlar, mistik keşişler, askerler, şövalyeler, kontlar, senyörler, krallar ve imparatorlar Papanın kutsaması ve müjdeleri altında yüz binlik hatta milyonluk sürüler halinde Doğu’ya doğru akmaya başladılar.

                Geçtikleri yerleri yakıp yıkan ve inanılmaz vahşetlere imza atan Haçlı dalgaları karadan ve denizden Anadolu’ya ve diğer İslâm ülkelerine çarpmaya başladı. Kendince rüştünü ispat eden Batı, artık kaybettiklerini geri alma sevdasında asla vazgeçmeyecekti. Bu süreç Hristiyan Dünyası ile İslâm Dünyası arasındaki mücadeleyi de zirve noktalarına çıkararak günümüze kadar getirecektir.

1071-Malazgirt’le başlayıp, 1683-Viyana Kuşatmasına kadar süren Avrupa yönlü ilerleyiş, Batı muhayyilesine “Türk” imajını en büyük ve ebedi düşman, yok edilmesi gereken bir “şeytan” olarak oturturken, günümüze kadar gerçekleşen tüm Haçlı ittifaklarının ve saldırılarının da ana kaynağı olmuştur.

                Tüm bu olgular çerçevesinden Malazgirt’e baktığımızda; savaşın sonuçlarının Anadolu ölçeğinde kalmayarak, medeniyetler bağlamında cihân-şümûl bir etkiye dönüştüğünü ve günümüze kadar uzanan bir sürecin en mühim dönüm noktalarından birisi olduğu hakikatini görüyoruz.

                Malazgirt Zaferinin 950. Yıl dönümü münasebetiyle bizlere bu aziz vatanı kazandıran başta Sultan Alparslan ve ordusunu rahmetle anıyoruz.  Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.