İstanbul’un fethi ve sonrası; üzerinde çok şeyler yazılmış ve dünya tarihinin en mühim meselelerinden biri ola gelmiştir. Doğu-Batı çekişmesinin, daha özel ifade ile İslam-Hristiyan mücadelesinin en heyecanlı mevzularından olmuş, bir varlık mücadelesi haline gelmiştir. Bu sebeple mevzu bugünden yarına da kendini aynı hararetle taşıyacak temel meselelerdendir. Bu yazının temel esası ise fethin Ortodoks aleminin tarihi seyri için gerçekte ne ifade ettiğidir.

            2013 yılında İstanbul merkezli bir siyasi-toplumsal kalkışma ile karşı karşıya kaldık. Gezi Olayları adıyla tarihe geçen bu kalkışma bir kısım çevrelerce kutsanma seviyesine getirildi ve yurt dışındaki Türkiye düşmanlarınca yoğun ilgi ve destek odağı oldu. Ağaç bahanesiyle gerçekleşen olay, bir halk ayaklanmasıyla seçilmiş hükümeti devirme projesi haline getirildi. Sonrasında neler planlandığı ise meçhuldür.

            Gezi Olayları sırasında oldukça dikkat çekici bir slogan ve ortaya konan figürler tarihî bir hesaplaşmanın alenileştirilerek meşrulaştırılması çabalarını da gün yüzüne çıkardı.  29 Mayıs 1453’ten beri temsilî canlandırma amacı haricinde ilk kez bir meydan okuyuş olarak Bizans askeri üniforması giymiş figüranlar Gezici saflarında boy gösterdi. Bununla da yetinmeyen bu zihniyet duvarlara yazdığı “Zulüm 1453’te başladı”  sloganlarıyla Feth-i Mübin’e olan reddiyelerine resmiyet kazandırdılar. Kısaca 560 yıl sonra Bizans kılıç artıkları, İstanbul sokaklarında gün yüzüne çıkarak boy gösterme cesareti ortaya koydular. Aslında yaklaşık bir asır önce de benzer bir söylemle karşılaşmıştık. Tarihimizin en çaresiz dönemlerinden birini yaşadığımız ve Batı dünyasının da güç dengesi olarak karşımızda en avantajlı bir durumda olduğu 1.Cihan Harbi sonunda Patrikhânenin resmi bir bildirisi ile karşılaşıyoruz.

            Rum Kordos Komitesi Muhacirin Cemiyeti ile Patrikhanenin birlikte gerçekleştirdiği Sen Sinod Meclisi’nin resmen ilan ettiği 17 Mart 1919 tarihli ortak bildirisi aynen şu şekildedir;

            “Rumlar 500 yıldır esaret altında ve zulüm içerisinde yaşamaktadır. Doğuda güvenlik ve istikrarın sağlanması için Rumlara bağımsızlıklarının verilerek Yunanistan ile birleşmelerinin sağlanması şarttır.” (Tarih ve Düşünce Dergisi, 2005/1, s.25-26)

            Aslında bunlar, daha 1453 Haziranından beri İstanbul’u yeniden Bizans yapma hayalinin zaman içerisindeki kilometre taşlarından sadece bir iki misâlidir. Fetihten sonra Fatih’in muazzam müsamaha ve aff-ı şahanesine rağmen sabık Bizans Grandükası (Başbakan) Lukas Notaras’ın başını çektiği bir ekibin Batılılarla temasa geçerek şehri geri alma çalışmasının ortaya çıkması sessiz ve derinden gelen bir kinin de tarihi temellerini oluşturmaktadır.  

            Hakikaten Rumlar 5 asrı aşkındır zulüm altında mı inliyorlar? Güllük gülistanlık Bizans Türk kılıcıyla zulmün pençesine mi düşmüştü?

            Bizans’ın fetih öncesi tarihini incelediğimiz zaman aslında çok sayıda dramatik sahneyle karşılaşıyoruz. Çok kanlı iç isyanlar, şehrin merkezindeki ihtişamlı binalarla tamamen zıt bir sefaletin mahallelerde hüküm sürmesi, korkunç bir ahlâki yozlaşma, kanlı iktidar değişiklikleri, patriklik makamının, askerlerin, sivil bürokrasinin ve taşradaki (thema) aristokratların hakimiyet mücadelesinin neticesi olarak Bizans’ta kaotik ortamlar genel yaşamın doğal süreçleri haline gelmişti. Surlarından başka bir şeyi kalmayan Bizans’ın içi bile Venedik-Ceneviz ikilisinin kolonileriyle dolu hâle gelmiş, sayısı 50 bini geçmeyen bir şehir imparatorluğundan (!) başka bir şey ifade etmiyordu.

            Bütün bunlara ve ayrıca en verimli ve en önemli eyaleti olan Anadolu’yu Türklere kaptırmasına rağmen, Batı dünyasına göre çok daha parlak bir görüntü çizen Bizans; hakiki çöküşünü ve hüviyetini yine Batı’dan gelen bir darbe ile kaybedecektir.  4.Haçlı Seferi sırasında (1204) İstanbul’u ele geçirerek burada yaklaşık 57 yıl hüküm sürecek bir Latin hakimiyeti kuran Katolikler, Bizans’ın tüm varlığını vahşice yağmalamış ve bir daha eski günlerine dönmemek üzere tahrip etmişti. Haçlıların İslam ülkelerine vurdukları darbelerle kıyaslanamayacak ölçüde de olsa, yine de Bizans’ı mahvetmeye yetmiştir.

Fatih’in kuşatma hazırlıkları yaptığı 1452 yılında Papalıktan yardım isteyen İmparator 11.Konstantin’e Ayasofya’da Katolik ayini yapılması karşılığında yardım sözü verilmiş ve imparator da çaresiz bu şartı kabul etmişti. 12 Aralık 1452 günü Ayasofya’da tarihin ilk ve son Katolik usulü ayini icra edilmiş ise de, bu durum Bizans halkının nefretine ve fetih gününe kadar bir daha Ayasofya’ya uğramamasına yol açmış idi. Hatta o günlerde darb-ı mesel haline gelen “Bizans’ta Latin Serpuşu görmektense, Türk Sarığı görmeyi tercih ederiz” sözü Latinlere duyulan nefretin temellerinin 1204 istilasına kadar gittiğinin ve Türk idaresinin daha tercih edilebilir olduğunun açık bir ifadesiydi.      

            Feth-i mübînin gerçekleştiği gün Ayasofya’ya sığınmış binlerce Bizanslı sivilin katledilmeyi veya en iyimser bir halde esir muamelesi görmeyi beklediği endişeli bekleyişlerini muazzam bir rahatlama ve sevince bırakan Sultan Fatih’in aff-ı şahanesi, Bizans halkının tahayyül bile edemeyeceği çağlar ötesi bir anlayışın tezahürü oldu. Ayasofya’ya gelen Fatih’in;

“Ayağa kalkınız! Ben Sultan Mehmed Han. Şu andan itibaren hayatınız ve mematınız konusunda aff-ı şahanemden emin olabilirsiniz. Kalkınız ve evlerinize gidiniz!” şeklindeki meşhur hitabesi her halde Bizans döneminde bile görmedikleri, işitmedikleri bir müsamaha ve toleranstı. Üstelik, dindaşları olan Latinlerin vahşetinin hatıralarını yaşayan bu halk; Haçlıların Kudüs’te yaptığı vahşetin veya Endülüs’te yaşanmakta olan Katolik İspanyol zulmünün bir karşılığı ile karşılaşabilirlerdi. Ama olmadı.

Fatih’in; şehrin düşmesi esnasındaki çarpışmalarda ölen imparatorun cesedini arattırarak buldurması ve imparatorluk protokolleri içerisinde kendi dini usullerine uygun bir tarzda cenaze töreni yaptırması tarihte eşi benzeri görülmemiş bir âlî-cenâplıktır.

Fetihten hemen sonra Hipodrum Meydanı’ndaki Tekfur Sarayını (Vlaherna) gezen Fatih’in, hem buranın, hem de şehrin bakımsız ve perişan halini ifade eden şu meşhur Farsça beyti Bizans’tan İstanbul’un ne vaziyette devralındığını veciz bir tarzda ifade ediyordu;

Perde-dârî mikûned der kasr-ı kayser ankebut

Bûm nevbe mizened ber-kubbe-i Afrasyâb

(Kayserin köşkünde örümcek perdedarlık yapıyor

Afrasyab’ın sarayında baykuşlar ötüyor)

Fetih esnasında nüfusunun 40-50 bin civarında olduğu tahmin edilen ve Boğaziçi kıyıları dışında yerleşim yerleri harabeye dönen şehrin imarına büyük önem veren Fatih, Anadolu’dan çok sayıda Türk nüfusu İstanbul’a getirip yerleştirmekle kalmamış; kuşatma öncesi ve sonrası şehirden kaçmış olan gayr-i müslim sivil ahaliyi İstanbul’da yaşamaya davet etmiş ve geri dönenlere taşınmaz malları iade edilmiştir. Esir Bizans askerlerinin İstanbul’un yeniden imârı çalışmalarında günlük 6 akçe gibi astronomik bir ücretle çalıştırılarak hürriyetlerini satın almaları sağlanmıştı. Bizans askerlerinin alışık olmadığı bu durum İslâm tarihinin gayet normal uygulamaları arasındaydı. Tarihteki büyük Bizans imparatorlarından 2.Vasilios tarafından 1014 yılında kılıçtan geçirilen Bulgar ordusunun, silah bırakan 15 bin esir askerinin gözlerinin oydurulma vahşetinin sergilendiği düşmüş bir imparatorluğun savaş esiri askerlerine görülmemiş bir insanî muamele!   

Katoliklerle birleşmeye karşı tutum sergilediği için Bizans tarafından dışlanan Ortodoks alimi Georgios Skolarios’u “Gennadios” ünvanı ile patrik seçen Fatih, onu patrikhane içindeki tüm uygulamalarda tam yetkili kılarken; protokolde vezir rütbesine eşit bir pâye vererek Ortodoks Rumlar’a bundan sonraki dini-sosyal ve ekonomik yaşamlarına ait hürriyetlerini ihsan ediyordu. Ortaçağ Batı-Hristiyan dünyasının havsalasının alamayacağı bir durumdu. Zaten Fatih de bir Ortaçağ adamı değildi. Fatih’in halefleri de bu politikayı gerek Osmanlı, gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde uygulamaktan geri durmayarak, İstanbul’u din ve vicdan hürriyetinin merkezi olarak günümüze taşımışlardır. 

Rumların Türk idaresindeki refahları devlet nizamında kendilerine verilen farklı fonksiyonlarla en geniş statüsüne de erişmişti. Avrupa dillerine aşina olmaları nedeniyle 19. Asra kadar Fenerli Rum Tercümanlar devletin resmi tercümanlığını yürütme imtiyazına sahip olmuşlarsa da; Fransız ihtilalinden sonra Devlet-i Âliyye aleyhine ve özellikle Ruslar lehine casusluk yapıp, devletin resmi bilgilerini sızdırdıklarının anlaşılması üzerine bu uygulama sona erdirilmişti.

Galiplerin mağluplara uygulamış olduğu bu hürriyet sadece Rumlar’a münhasır kalmamış, Ermeni cemaati de bundan nasiplenmişti. Ortodoks Bizans’ın mezhep farklılığı sebebiyle yüzlerce yıl baskı uyguladığı Gregoryen Ermenileri,  Rum patrikhanesinden ayırarak; onların müstakil bir Ermeni Patrikliği ihsanı ile milli yapılarını bu günlere getirmelerini sağlamıştır. Devletin hakimiyeti altında yaşayan tüm gayr-i müslimlere tanınan bu müsamaha şüphesiz ki İslâm’ın “lâ ikrahe fi’d-dini-dinde zorlama yoktur” temel kaidesinin ve zımmÎ hukukunun doğal sonucu idi.

 Bizans’ın son kalıntılarından olan Mora Rum Despotluklarının ortadan kaldırılıp bölgenin kolayca hakimiyet altına alınmasını; yerli ahalinin Türk idaresine girme arzularını Rum Papazları aracılığı ile Fatih’e yazıp gönderdikleri davet mektupları anlaşılır kılmaktadır. Teslis düşüncesini reddedip, Hazreti İsa (a.s)’yı Allah’ın kulu ve elçisi olarak kabul eden Bogomil Mezhebi mensubu Bosnalıların Fatih’e mektuplar yazarak Müslüman Türk idaresini Katolik Macar boyunduruğuna tercih etmeleri ve bilâhare top yekûn İslâmlaşarak Boşnak adını almaları tesadüf olmasa gerektir.

Tüm Balkan Ortodoksları Haçlı Seferleri sırasında dindaşları olan, ama mezhepdaşları olmayan Haçlıların Balkanlar’da Ortodokslara uyguladıkları vahşeti çok iyi biliyorlar; sadece İstanbul’da değil, tüm Ortodoks dünyada Türk Sarığını Latin Serpuşuna tercih edebiliyorlardı. Osmanlı idaresinin tüm Balkan Ortodoksları, Rumlar ve Ermeniler, hatta Yahudiler için tarihlerinin en huzurlu dönemi olduğu tarihen sabit bir husustur. Bugün toplam sayıları on milyonları bulan bu kitleler; inançlarını, dillerini, kültürlerini ve zenginliklerini geçmişten günümüze taşıyabilmişlerse, muazzam Türk müsamahası ve adil idaresinin getirdiği refaha borçludurlar. 

Endülüs’te yıkılan İslam hakimiyetine ait her şey vahşice yok edilirken, yasaklanan İslam dininin kökü kazınmıştı. Hatta din değiştirmeye zorlanan Müslüman Araplar, “Morisko” diye adlandırılarak bir nev’i şüpheli Hristiyan (!) statüsüne alınmışlardı. Bir asırdan fazla kalplerindeki iman gerçeğini ortaya çıkarmak için akla hayale gelmedik uygulamalara tabi tutuldular. Domuz eti yemeye zorlama, çocuklara vaftiz zorunluluğu, Cuma günleri evlerinin kapılarını açık tutturarak kontrol edilme, Ramazan’da aleni yemek yemek ve şarap içmeye zorlanmaları, çocuklara anne babalarını ihbar etmeye teşvik gibi yöntemlerle sürekli kontrol altında tutulmuşlardı. Engizisyon mahkemelerinde yüzbinlerce Morisko korkunç işkencelere tabi tutulmuş ve törenlerle diri diri yakılmışlardı.

Türk idaresindeki gayr-i müslimler ise bu acıların hiç biriyle karşılaşmazken, Avrupa’daki Hristiyanlardan bile daha ileri bir inanç özgürlüğünün keyfini çıkarıyorlardı. 1517’de başlayarak aralıklarla 1648 yılına kadar Avrupa’yı kan gölüne çeviren Mezhep Savaşları (Katolik-Protestan), Ortodoks dünyasını etkilemezken, Katoliklerden kaçan Protestanlar Osmanlı topraklarına sığınmaktan başka çare bulamıyorlardı. Egemenliği altındaki tüm gayr-i müslimleri istese katletme veya Tuna’nın kuzeyine sürme güç ve imkânına sahip olan Osmanlı Devleti’nin asırlarca Avrupa muhayyilesinin asla idrak edemeyeceği bir tolerans ve adalet politikasıyla, çeşitli unsurlarını din-dil-mezhep farkı gözetmeden Allah’ın bir emaneti nazarıyla değerlendirmesi tarihte sadece İslâm Medeniyetine özgü bir yüz akıdır. 

Her ne kadar kendini Bizans’ın torunları olarak görüp; engin müsamahamıza tarihî kin ve nefretleriyle karşılık verenler zaman zaman kirli oyunlar ve hesaplarla bu topraklara ihanet içerisine girmiş olsalar da; 1821’de ihanetinin karşılığı olarak Patrikhanenin Orta Kapısında boynunda suçunun yaftasıyla asılan Patrik Grigorios gibi mutlaka bedellerini ödemişlerdir. O günden beri bu kapının kapalı olduğunu ve Rumların bu kapıda patrikle aynı rütbede bir Türk din adamını asmadıkça kapıyı açmamaya yeminli olduklarını da hatırlatmakta fayda vardır. Mazluma şefkatte sınır tanımayan ve himayesi altındakilere merhamet ve adaletini esirgemeyen Türk Devleti ihaneti de karşılıksız bırakmamayı her daim bilmiştir.   

Netice olarak “1453”; fitne ve fesat odağı haline gelmiş, zulüm ve zorbalığını hem kendi iç siyasetine hem de dış aleme temel siyasi doktrin olarak va’z etmiş, kendine bile faydası olmayan çürümüş Bizans’ın ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir ifade ile Roma zulüm düzenine ait son kalıntının, surlarından ibaret bir şehir imparatorluğunun haritadan silinmesi anlamına gelmektedir.

Bu haliyle İstanbul ve tesir sahası için;

 “Zulüm 1453’te Bitmiştir!”

İbrahim KANADIKIRIK