Tam bir asır önce bugün Türkiye, Anadolu merkezli yeni bir başlangıcın temellerini attı. Asırlar boyu süren bir cihân hakimiyetinin ve kavgalarının sonucu yorgun düşen bir aslan diz çöktü, yaralarının iyileşmesini beklemeye başladı. Düşmanları dünya tarihi boyunca bu aslanın karşısında hiç bu kadar güçlü ve imkân sahibi olmamışlardı. Fırsatı ganimet bilip, onu yok etmeye çalıştılar. İttifak hâlinde çullandılar. Ancak yok etmek istedikleri alelade bir düşman değildi…

İstanbul’u işgal edip, meclisi basmak çok şeydi, ancak her şey değildi. Anadolu’da yer yer işgaller yapmak da çok şeydi, ancak o da her şey değildi. İlk tokadı Maraş’ta yediler. Sesi Fransa’dan duyuldu. Ardından Urfa zaferi geldi. Bu başarılar Anadolu’nun güney kapısını düşmana kapatırken, Doğu Anadolu’yu Kazım Karabekir Paşa, Batı Anadolu’yu Ali Fuat Paşa ve Kuva-yı Millîye çeteleri tutuyordu. İstanbul esirdi ama Anadolu da dirilişin ve direnişin yurduydu. Öyle de oldu. Anadolu’nun kalbi güvendeydi ve millî irade burada yeniden tecelli edecekti. 100 yıl önce bugün Ankara’da Büyük Millet Meclisi dualar ve kurbanlar eşliğinde açıldı. Yeni Türk Devleti’nin de temelleri atılmış oldu. Mustafa Kemâl Paşa liderliğindeki istiklâl mücadelesi nice fedakârlıklar ve destanlar içerisinde zaferle neticelendi.

Memleketin istiklâl mücadelesini kazanmış olması, yeni mücadelelerin de başlangıcı olacaktır. Yüz yılda hem ülkemizde hem dünyada yaşananları yazmak zaten ciltler dolusu eserlerin işi. Biz burada biraz geldiğimiz noktaya bakalım isterseniz.

Yüz yıl önce denge korkunç derecede Batı dünyasının (Avrupa-Rusya-ABD) lehine bozuktu. Ekonomi, sanayi, askeri, nüfus, eğitim, kalkınma, sağlık gibi her alanda tartışma götürmez bir üstünlük Batı Emperyalizmine altın çağlarını yaşatırken, dünyanın tamamına yakını sömürgeleri altında idi ve kaynakları her şeyi ile Batı’ya akmaktaydı.

Zaman su gibi aktı geçti. Batı, sömürdüğü dünyanın kaynaklarını kendine aktarırken insan kanını da su gibi akıttı, durdu. Ne demişti W. Churchill; “bir damla kan, bir damla petrol”. Hakikaten dedikleri gibi, belki daha fazlasıyla oldu. Ancak her ne kadar maddi üstünlük sahibi olsalar da dünya ile aralarında mesafe farkı zamanla kapandı. Her yeni gün nasıl eskiyor ve yerini bir yenisine bırakıyorsa, onun gibi Batı güneşinin de batması kaçınılmazdı. Bu dünyanın kaçınılmaz kaderidir.

Koca Ragıp Paşa… 18. asrın en büyük Osmanlı devlet adamlarından birisidir. 3. Mustafa’nın saltanatının ilk yıllarının da sadrazamıdır ve merhum tarihçi Yılmaz Öztuna’nın deyişiyle 18. Asrın en büyük sadrazamıdır. Onun Osmanlı ile ilgili ilginç bir tespiti vardır. Tam da yazımızla denk düştüğü için ifade etmek istedim. Osmanlı Devleti’ni uzun yeleleriyle heybetli bir erkek aslana benzeten paşa, bu aslanın uzaktan bakanlar için çok ürkütücü ve yanına yaklaşılmaması gereken bir düşman olarak göründüğünü ifade eder. Ancak aslanın her ne kadar uzaktan görüntüsü bu olsa da çok yaşlandığını, gücünün tükenme noktasına geldiğini, dişlerinin ve tırnaklarının döküldüğünü söyler. Bu yüzden de düşmanlarının bu durumu fark etmemesi gerektiğini ve bu sebeple bu aslana benzettiği Osmanlı Devleti’ni savaştan uzak tutmanın şart olduğunu, aksi halde durumunu fark edecek Avrupa devletlerinin hep birlikte Osmanlı’ya çökmekte gecikmeyeceklerini bildirir. Ne yazık ki, bu büyük devlet adamının ölümünden 5 yıl sonra Osmanlı 1768’de Rusya ile harbe girecek ve bu tarihten sonra yenilgi ve toprak kayıpları peş peşe gelecektir.

Şimdi Batı dünyasının durumu aslında Koca Ragıp Paşa’nın bu tanımının çok da uzağında değil. Sadece Batı kendini olduğundan kudretli gösterme konusunda çok becerikli. Sistemleri büyük oranda dünya üzerindeki modern sömürge hortumlarının çalışmasıyla ayakta duruyor. Beslenme kanalları bünyelerini canlı tutuyor. Demokrasi, dünyayı daha iyi sömürmek için en önemli argümanları. Onu bile gerektiğinde yok etmeyi menfaatleri açısından elzem görüyorlar. Dünya üzerinde yaptırdıkları darbe örneklerinde olduğu gibi. Helvadan yaptıkları tanrılarını acıktıklarında yiyen Mekke Müşrikleri gibi demokrasi putlarını da yemekten çekinmiyorlar. Fakat ciddi bir krizle karşı karşıya kaldıklarında iç bünyelerinin göründüğü gibi sağlıklı olmadığı ortaya çıkıyor. Coronavirüs salgını; sağlık sistemlerini felç ederken, sağlık altyapılarının aslında günün şartlarının gerisinde kaldığı meydandadır. İnsanı öncelemeyen ve her şeyi makine olarak gören kapitalist düzenleri bugün sistemin acı meyvelerini toplamaya başlamış durumda. Salgın birkaç ay içerisinde, 2.Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük ekonomik krize dönüşmüş durumda.

AB, kendi içindeki samimiyetsizliğin neticelerini derin çatlaklara dönüşen kırılganlıklarla görmeye başladı. Uluslararası verilerinde objektif davranmayan AB’nin, aslında gerçekte Almanya-Fransa eksenindeki Kuzey Avrupa ülkelerinin çıkarlarına hizmet ettiğini güney Avrupa ülkeleri daha iyi görmeye başladılar. İspanya ve İtalya’nın salgında kendi başlarının çaresine bakmakla baş başa bırakılması başta bu ülkelerde olmak üzere AB’nin sorgulanma sürecini de geciktirmedi. Daha şimdiden tıbbî ekipmanlar yüzünden karşı karşıya gelmeye başladılar. Bu tarihten sonra AB projesi dikiş tutmaz.

İlerleyen zaman içinde Türkiye’nin öncülük etmesiyle Akdeniz ülkelerinin iş birliğine dayanan Akdeniz Ekonomik ve Sosyal İş birliği anlaşmaları ile Akdeniz Dünyası, küresel ekonominin merkezlerinden birisi haline gelecektir. Salgınla mücadelede dış dünyaya gerçek anlamda el uzatabilen tek ülke olan Türkiye, insanı önceleyen alt yapı yatırımlarının neticelerini almaya başlamış durumda. Türkiye’nin bu sağlam duruşu ve her türlü ihtiyacını gerektiğinde yerli imkânları ile üretebilecek kapasiteye ulaşmış olması yarının dünyasının belirleyici ülkelerinden birisi olduğunu ortaya koymaktadır.

Petrol dibe çakılırken, ekonomisi enerji arzına dayanan Rusya; petrolün varil fiyatının 42 dolardan aşağı olmaması için yalvarır duruma düşmüş hâlde. Ekonomik büyümeyle birlikte kollarını ahtapot gibi tüm kıtalara uzatmaya çalışan Çin, ülkesindeki dış yatırımların merkezkaç kuvvet oluşturarak başka yerlere kaymaması için, belki de salgının ülke içindeki yaptığı tahribatın boyutunu manipüle etmeyi tercih etti. Ama nafile.

Sömürünün getirdiği ulusal refahla aşırı kozmopolit nüfus yapısını bir arada tutan ABD ise, Avrupa ülkelerine göre çok daha büyük sosyal kırılganlıkları bünyesinde taşımaktadır. Amerikan sağlık sisteminin alt ve orta tabaka için hiçbir şey vadettiği şu ortamda kaybolacak ekonomik refah, ilk etapta eyaletler bazında güvenlik problemini ortaya çıkaracaktır. Kim ne derse desin Amerikan rüyasının, güneş batmayan imparatorluk İngiltere kadar sürmeyeceği de ortadadır.

TBMM’nin açılışının ve yeni Türk Devleti’nin temellerinin atılışının yüzüncü yılını idrâk ederken, dünya ile aramızdaki mesafe önemli ölçüde kapanmış durumda. Herhangi bir büyük komşumuz tarafından yutulma tehdidi veya büyük devletlerin önünde el pençe divân duruşlar dönemi artık çok gerilerde kaldı. Yüz yılda aslanın yaraları iyileşti. Kendini toparladı, gücü yerine geldi. Balkanlardan Kafkaslara, Kuzey Karadeniz’den Hint Okyanusuna, Türkistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan doğal hinterlandı Türkiye’nin ilgi alanıdır ve sahipsiz bırakılmayacak coğrafyalarıdır. Artık buralarda gücünü dosta düşmana göstermekte tereddüt etmemektedir.

Genç, eğitimli ve yoğun nüfusu, sanayileşmenin tüm vatan sathına yayılmış olması, sermaye birikimi, savunma sanayisinde geldiği olağanüstü nokta, çok güçlü sağlık sistemi, her türlü enerjiye yönelik potansiyeli, yeni teknolojilere açık donanımlı beyinleri, iç güvenliği tehdit eden unsurların ciddi anlamda ezilmiş olması, çok köklü aile ve kültür yapısı, inancı, tarihî birikim ve nüfuzu ile bunların ötesinde insanı önceleyen manevi yapısıyla Türkiye, millî meclisinin yüzüncü yılında dünyada yeniden lider ülke olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Yolun açık, bahtın âlî olsun TÜRKİYEM!

23/04/2020

İbrahim KANADIKIRIK