Her tuzağına, her çukuruna düşerek hem de. Her oyununa gelerek.
İlk başta sadece oğlumun gözünden okuyacağımı sandığım o kadim bilgiler, başka bir sürü sesle karıştı.
Karışıyor da her gün.
Çamaşır sepetinden kendi çoraplarımı ayıklar gibi, bana has düşünceleri ayıklamayı öğrendim.
Hım, bakayım, evet bu kırmızı çorap benim, bu değil der gibi.
Bazıları bana uyacak, bazılarını giysem büyük ya da dar gelecek, kıyafetlerimle bütünleşmeyecek.
Düşünceler de böyle. Alıp uygularsın. Senin hayatında durmaz, sırıtır.
Kendime ve bütün annelere bir şarkı yazdım yakında.
Bir marka neden oldu yazmama.
“Bırak hayata hazır olsun” ismi.
Çocuklarımızı evlere, odalara tıkmışız. Onlara yapışmışız.
Düşmelerine, hadi düştüler, kendi başarına kalkmalarına izin vermiyoruz.
“Düşemezsin, düşmek korkunç bir şey. Düşersen de kendin kalkamazsın. Beceremezsin zordur. Ayrıca kalkmanı beklemek benim için tam bir işkence. Seni hop diye kucaklamak en kolayı.”
İşte basit bir düşüş kalkışın bile, gerçek altyazısı bu.
Tabii ki, gerçek tehlikelerden bahsetmiyorum.
Elbette kol mesafesinde durmak gerek ama biz bu mesafeyi ayarlayamıyoruz.
Birleşiyoruz onunla. Ayaklarına dolanıyoruz. Hayallerimize bulayıp, kızartıyoruz onu.
Cız bız köftemiz oluyor bizim.
Bir defasında kocaman kızı olan bir arkadaşıma, “Benim yüzümden düştü yaralandı” dedim.
O da bana “Daha dur, bunlar fiziki yaralar, hele bir de yürek yaraları var kelimelerle, davranışlarla açılan, sen onları gör asıl” dedi.
“O da büyür toprakla yağmurla” diye başlıyor şarkı.
Oğlumla yaşadıkça görüyorum, bir bitki kadar ihtiyacımız var güneşe, suya, toprağa basmaya, yeşil ağaçlar arasında dolaşmaya.
Japoncada çok güzel bir kelime varmış: Forest bathing (orman banyosu).
Doğanın, en kötü depresyon hastalarına bile nasıl iyi geldiğini görmüşler.
Hastalara ilaç yazar gibi, orman banyosu yazmışlar.
Bizim çocuklar büyüdükçe, daha da fazla evde.
Sokak çocuğu bile değiller.
Apartmanlarda odalarındalar.
Kocaman yemyeşil ağaçları, masmavi göğü, rengarenk çiçekleri böcekleri olan bir gezegende, bir kutunun içine tıkılılar.
Diyeceksiniz ki, Finlandiya’da mı yaşıyoruz, yeşillik gören mi var?
İşte buradan sözümüz gitsin sorumlulara.
Çocukların koşup oynayacakları, temiz hava alıp, ağaçlara tırmanacakları çok daha fazla parka ihtiyaç var. Bizim de var.
Şehirden, küçük bir kapıyı açıp mola almamı sağlayacak, kitabımdan beş sayfa daha okuyacağım kuş sesli yerlere ihtiyacım var.
AVM jenerasyonu betonda, asfaltta, trafikte, servis minibüsünde büyüyor. Halbuki en az bitkiler kadar toprağa ihtiyaçları var.
“Yanında dur yolunda durma” diye devam ediyor şarkı.
Çocukların çoğu zaman yanında mıyız yoksa yolunda mı? Bence yollarına çok çıkıyoruz. Yollarını çok tıkıyoruz. Yana geçmeyi öğrenmemiz lazım. Pilot değil yardımcı pilot olmayı.
Onlar seçsin yönü. Biz yolculuklarına eşlik edelim. Asıl enstrüman onlar olsun, biz müziklerine güzel armoniler katalım.
Bozmayalım cümlelerini, melodilerini, dünyaya geliş sebeplerini, kalplerindeki hasreti.
Sonra o hasret taş gibi yüreğine oturuyor insanın.
İçinde taş taşıyan yetişkinleri görmüyor musunuz? Şehirde kendilerini oradan oraya atıyorlar.
“Bırak koşsun, hızlansın, düşsün, dizi kanasın, kabuk bağlamayı da görsün” diye nakaratı var şarkının.
Kabuk bağlamayı görmek, o kabuğu kopartıp atmak, alttan çıkan eskisinden de güzel tene şahit olmak kadar güzel duygu var mı?
“Buluttan güzel tavan mı var, rüzgardan güzel dokunan mı” diye devam ediyor şarkı.
Söyleyin var mı? Versay Sarayı’nda mı, Floransa’da mı...
Dünyadaki en güzel tavan gökyüzü. Hepimizin tek evi dünyanın tavanı o.
Hangi tavandan güneş açar, yağmur yağar?
Hangi tavanda geceleri ay kadar güzel bir lamba yanar?
Rüzgardan daha güzel az şey var.
Eser, saçlarımızı eteklerimizi havalandırır.
Yelkenleri doldurur. Dalgaları vurur. Bulutları iter.
Dünyanın yüzümdeki nefesi rüzgar.
Ağaçların yapraklarını titretir. İçimi ürpertir.
Çocukların buluta da, rüzgara da yakın olması hayatta olduklarını anlamaları, canlılığı hissetmeleri için şart.
Şarkı bahane.