Aynı şikayetle aynı doktora gittiğimizde, aynı parkta aynı yaşta çocuklarımız oynarken, aynı manavdan aynı domatesleri bile seçerken ‘ayrı’ kalmayı seçiyoruz çoğu zaman. Bu belki eski bir korkunun, modası geçmiş bir kalkanıdır bilmiyorum.
Kendimizi yabancılara kapatmak.
Sokakta tanımadıklarımızla konuşmamak. Sırları açık etmemek. Başkalarıyla yüz göz olmamak. Artık neyse.
Bir şekilde beni, belki de hayatta en çok şeyi paylaşacağım insanlarla tanışmaktan alıkoyuyor.
Halbuki tanıdığımız insanlarla, hep aynı şeyleri konuşuyoruz.
Hakkımızda bir fikri oluyor onun muhakkak.
Şöyle bir hayatı var, şunu sevmez, bunu desem hoşlanmaz gibi kafeslerde görüyor beni.
Benimle bana konuşuyor.
Kafasındaki ‘ben’le sohbet ediyor.
Ve günün sonunda, etliye sütlüye karışmadan, darılmadan kırmadan, derinleşip parçalara ayrılmadan bir şeyler konuşup ayrılıyoruz.
Aynı kalıyoruz. Hatta aynılığımız güçlenmiş de oluyor çoğu zaman.
Evine girip, bakmadan anahtarı girişteki sehpanın üzerine bırakır gibi konuşuyor seninle yakın arkadaşların.
Evet konforu var, ama değişimi az. Keşfi de az.
Çıkayım şu konforumdan bakayım neler olacak diyenlere, hayatın hediyeler hazırladığına inanıyorum.
Kaybolanlara, risk alanlara, görmediği ama hissettiği taşlara basanlara güveniyorum.
O sebeple yabancılarla konuşanları da hep sevdim.
Taksi şoförüyle, okulda çocuğunun çıkışını bekleyenle, asansörde yukarı çıkanla konuşanlara hep hayran oldum.
O sessizliği kırabilen ruh kasına sahip oldukları için.
Yabancılarla konuşmak, belki de kendini ilk kez tanıtmak için sana verilen en büyük fırsattır kim bilir.
Bir gün bir taksiden inersin ve inerken ne annene ne terapistine ne de en yakın arkadaşına söylemediğin bir şeyi söylediğine şaşarsın.
Kendinden bunu duyduğuna şaşarsın en çok.
İnsan ne kendini ne de aynı evde 50 yıl yaşadığı insanı tanımadan bu dünyadan gidebilir.
E bu biraz yazık olur tabi.
Bir lunaparka girip hiçbir şeye binmemek olur bu.
Bir bahçeye girip, hiçbir çiçeğe bakmamak.
Bir sofraya oturup, hiçbir şeyi tatmamak olur.
Hayatı ısırmak gerek. Seni havaya attığında tutacağına inanmak gerek. Umut adı onun da.
Başkaları cehennemdir demişti Sartre, ama sakın cennetimiz olmasın?
Şimdi dünyada hiç kimsenin aslında gerçek bir sohbet yapmadığını fark edenler, yabancılarla sohbet yemekleri düzenliyor.
Yemek menüsü gibi, sohbet menüsü de var.
İngiliz tarihçi ve düşünür Theodore Zeldin, böyle 25 soruluk bir menü hazırlamış.
Bir yemek davetine gidiyorsun.
İki saat boyunca hiç tanımadığın biriyle oturup yemek yerken sohbet ediyorsun.
Önünüzdeki menüde, başlangıç’la birlikte şu soru da var: Önceliklerin zaman içinde nasıl değişti? Şu anki önceliğin ne?
Balıkla beraber şu soruyu soruyorsunuz birbirinize: Geçmişte neye isyan ederdin? Şimdiki isyanın neye?
Tatlınızı beklerken şu soru geliyor: Parayı neye harcıyorsun en çok? Paranın alamayacağı neyin olsun isterdin?
Ben çok isterdim böyle bir yemeğe katılmak.
Çok isterdim hiç tanımadığım birisinin bu sorulara cevabını dinlemek.
Çok isterdim kendimin bunlara neler diyeceğini duymak.