1990’ların ortasında öğretim üyesi olduğum üniversitede, ekonomi bölümü yeniden tasarlanma sürecine girdi. Bu doğal bir süreç olabilirdi ama burada çok önemli bir sorun vardı: özellikli bir grup, siyasallaştırılan yeni bir öğretim üyeleri yapısı ile üniversitenin geleneklerine ve araştırmalarına ters bir ortam oluşturuldu. Memurlar, üniversitenin misyonunun destekçileri yerine özel çıkar gruplarının temsilcileri haline geldi.1995’de üniversiteyi yeniden yapılandırma sürecine öğretim üyeliği yükseltmelerini kaldırma önerisi ile devam etti. Ben de başka bir üniversiteye gitme kararı aldım”. Bu cümleleri sarf eden kişi Norveç’te ziyaretçi öğretim üyesi olarak bulunduğu zamanda öğrencisi olan F. Kydland ile beraber, daha sonra, 2004 yılında Nobel ekonomi ödülünü paylaşan Edward Prescott.

Prescott finansal marketlerde hisse senetlerinin “çok ucuz veya pahalı” olup olmadığını makroekonomik iş döngüsü ile aynı çatı altında modelleyen çalışmalar yaptı. Ona yol gösteren en önemli fikirlerden bir tanesi babasının “özellikli bir kişinin bir firmayı, bir üretim sürecini, bir yapıyı nasıl da değiştirebileceği, etkileyebileceği ” idi. Bunu hep kendine bir ışık olarak algıladı ve ona göre yolunu çizdi…

Son günlerde üniversitelerimizin dünya sıralamasındaki hayal kırıklığı yaratan (olmayan) yerleri ile ilgili siyasetçilerin yorumları sanırım herkesin aklında. Siyasilerin yaklaşımlarında eleştirdikleri grupları ya da sorumlu tuttukları kişileri bilmemekle beraber ortak aklın sorduğu soru şu: zaten siyasiler üniversite yaşamını, oluşumunu etkilemiyor mu? Bir kişinin bile çok şey değiştirdiği bir bölümde, bir fakülte veya üniversitede nasıl olur da araştırma seviyesi yüksek olmayan, hatta bazı durumlarda hiç olmayan “kişi”ler varlık bulur ya da varlığını sürdürür yorumu da yabana atılmamalı. Aslında tam da siyasetin içinde aramak gerekmiyor mu bu sorunların yanıtını.

Siyaset kurumu “özerk üniversite” kavramını kontrolüm kaybolur diye hep korkuyla eş tuttu. Bu düşünce yapısı taa başından o kaliteli yapının oluşumunu derinden etkiledi. “İyiler” küstü, geriye kalanlar sıradan eğitim ve ders verme olarak algıladılar üniversite eğitimini. Bu ise kısır döngüyü getirdi: yeni gelenler iyi olmadı, iyi olmayanlar ise kalıcı yönetim oluşturdular.

Söylenecek, yorumlayacak çok şey var eğitim kalitesi açısından… O güzel beyinleri daha fazla kaybetmeden bir başlangıç yapsak mı? Bunun için de sorumluluğu kendimizde, siyasette arasak mı?

Her iki sorunun yanıtı evet olursa belki ama belki soruna çözüm bulabiliriz.

Verimli bir hafta dileğiyle!

Prof. Dr. Veysel ULUSOY