Gıda ve tekstilin temel ürünlerine 2018 yılı için verilecek desteklemelerde kuruş bazında artışların olduğu görülmektedir.

Zirai faaaliyetlerde devlet yardım ve toplam bu alanda yapılan harcamalara bakmak, özellikle devletin tarıma verdiği önemi ortaya çıkarabilir. Yaklaşık 3 trilyon 200 milyar olan milli gelirimizin yaklaşık %1’i tarımsal faaliyetler için harcanıyor. Bu harcamaya tüm destekler, zirai harcamalar ve bürokrasi giderleri de dahil. Şekil 4 bu fotoğrafı veriyor.

Şekil 4.


 


 

Destekleme ve tarımsal harcamaların amacı onu rekabetten korumaktır. Tarım ve hayvancılık rekabete açık olmaması gereken uğraşlardır. Başta gelişmiş ülkeler, bir çok ülke bir kaç yıldan beri gıda güvenliği konusunu öne çıkarıp destekleme politikalarını ona göre belirlemektedir. Bunun temel nedenlerden birisi de tarım işgücünün devamlı bir şekilde azalması, şehirleşme ve çiftçilerin yaş ortalamalarının yükselmesi olarak görülebilir. Teknoloji ve makinalaşma bir tarafı ile bu eksilikleri gidebilir ama insan faktörünün yerini bir aşamaya kadar doldurabilir.

Dolayısıyla, destekleme politikalarını geniş kapsamda düşünmek, boyutunu artırmak ve geçmiş zamanda uygulanan taban fiyatı yaklaşımını tekrar hayata geçirmek kaçınılmaz bir gerek olarak görülmelidir. Zira tarımsal üretimin temel gerçeği nesilden nesile aktarılan genetik öğrenme ve gelişmedir. Bunu kaybetmek felaketin kapısını açar.


 

Desteklemeyi geniş kapsamda düşünmek, boyutunu arttırmak ve geçmiş zamanda uygulanan taban fiyatı yaklaşımını tekrar hayata geçirmek kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira tarımsal üretimin temel gerçeği nesilden nesile aktarılan genetik öğrenme ve gelişmedir. Bunu kaybetmek felaketin kapısını açar.


Kırmız Et ve Et Politikası

Kamuoyunun en fazla ilgilendiği konuların başında kırmızı et tketimi ve etin politikası gelir. Ete olan ilgimiz ise ona bağlı bir kültürümüz ve fiyatındaki yükseklik ve cüzdanımızı etkileyecek seviyeyi de çoktan aşmış olmasından gelmektedir.

Şekil 5, bir grup ülke için kişi başına düşen et tüketimini karşılaştırmalı olarak vermektedir. Tüketim miktarlarına baktığımızda, gelişmiş ülkelerdeki et tüketiminin bizim gibi ülkelere göre oldukça fazla olduğunu görmekteyiz. İki yönüyle inceleyelim konuyu... birincisi et tüketim kültürü, ikincisi et fiyaları.

Türkiye artık kendi etini yeterince üretemeyen ülkeler arasında yerini aldı. Bu acı tabloyu etkileyen çok neden var, onları tartışmayacağız, ama en önemlisini söylemeden geçmek olmaz: öngörüsüzlük ve politikacıların hayvancılık ile uğraşan köylülerimizin bu sevdayı sonuna kadar yaşatacakları fikri.... Halbuki bu sevdayı, maliyetler ve katlanılamaz zorluklar son 20 yılda tamamen alıp götürdü. Bir de azalan ve yaşlanan köylü nüfusu ise bunun bu fotoğrafın son karesi olarak kaldı. Bunu bir film şeridi misali izleyen “politika yapıcıları” ise filmi sonuna kadar izleyerek kötü sonuçlarını görmek ve öğrenmek zorunda kaldılar.


 

Şekil 5.


 

Kaynak: @arazidencom ve OECD, Meat Consumption (2015)


 

Azalan ve yaşlanan köylü nüfusu son zamanlarda maliyetlerin altında ezilir oldu. Bunu bir film şeridi misali izleyen “politika yapıcıları” ise filmi sonuna kadar izleyerek kötü sonuçlarını görmek ve öğrenmek zorunda kaldılar.


 

Azalan et üretimi ve artan talebe karşılık et politiksasının rotası doğal olarak ithalat oldu, olmak zorundaydı da.... Ama en ağır yük ise üstünlüğe sahip olduğunuz ürünlerde global iklime yenilmek oldu. Uluslararası ticaret ortamında bilinen bir gerçek var: gelişmekte olan ülkelerin diğer gelişmiş ülkelerden tarım ve hayvancılık ürün ithalatı onların tüm ekonomik dengelerini değiştir. Nitekim bu da oldu. Hem et fiyatları hem de gıda fiyatları başta enflasyonu, dolayısıyla tüm gelir dağılımını etkiler oldu. Dahası et bir ulusal sorun haline geldi ve her gün medyanın gündemine geldi.

Peki neden böyle bir öngörüsüzlük ortaya çıktı? Etteki bu sorun aniden mi oluştu?.. Daha çok bunun benzeri sorular sorulabilir. Ama yanıtı aslında “sorun uzun dönemden beri geliyorum diyordu, görmemek olanaksızdı ama gözler kapatılıp kulaklar tıkandı” cümlesinde aranabilir.

Tüm bunlar en olumsuz resmi karşımıza koydu: Etin en pahalı tüketildiği ülke grubuna girmek. Bu sonuç politikadan ve politik hatalardan ayrı düşünülemez. Başta komşu ülkelerle olan tarımsal ticaret ve değişim politikamız değişti, sonrasında mera kanunun olumsuz sonuçları, girdi fiyatları, samanın yetersiz olması, süt politikası, köylünün hayvancılık yanında ek gelir olanaklarından yoksun kalması sorunlarını birikerek çiftçinin hayatına girdi...

Peki ne yapmalı sorusu herkesin aklına gelir öncelikle..Olumsuz sonuçları kısa zamanda ortadan kaldırmak kolay değildir ve bunu ise kısa dönemli köye dönüş, genç çiftçi ve 300 koyun projesi gibi dişe tırnağa dokunmayan politikalarla gidermek olanaksızdır. Karar vericilerin bunu açık bir şekilde bilmelerine rağmen, küçük adımlarla yola devam etmeleri aslında anlaşılabilir, zira yapabilecek kısa dönem politikalar ithalata dayalı olanlardır. Uzun dönemde ise...


 

Uluslararası Gıda Ticaretimiz

Bir pamuk cenneti olan ülkemiz ne yazık ki zamanla net ithalatçı konumuna geldi, hem de aylık ithalat hacmimizin 200 milyon ABD doları aşmasıyla. Sadece pamukta değil, diğer ürün gruplarında da durum farklı değil. Buğdayda, kuru baklagillerde ve alt ürün gruplarının çoğunda ithalata bağlı hale geldik ve daha kötüsü bu sürekli oldu.

Evlerimize giren, soframıza koyduğumuz birçok yiyecek ithal ediliyor. Et ve nohutun ardından son olarak kuru fasulye ve kırmızı biberde gümrük vergisi sıfırlandı. İçinde bulunduğumuz dönemde gördüğümüz kadarıyla hangi gıda ürününün fiyatı yükselirse ithalat kapısını açılıyor ve gümrük vergisini sıfırlama yöntemine başvuruluyor. Uzmanlara göre bu yöntem Türkiye'nin tarım politikaları açısından adeta bir rutin hale geldi (CNNTürk, 2017). 


 

Kayseri’de elmalarını satamayan bir yetiştirici Şili’den elma ithaledildiğini duysa ne düşünürdü sorusu sanırız gıda ithalatını sorgulayan en çarpıcı cümle olurdu. Sarımsağın Çin’den ithaline milyonlarca dolar harcadığımız haberini duyan bir Kastamonulu vatandaş ile Avusturalya’dan ithal edilen havuç için kaynaklarımızın nasıl israf edildiğini öğrenen çifti nasıl bir tepki verir ki? Örnekleri çoğaltmak zor değil; İran’dan karpuz ve kavun ve Meksika’dan nohut ithalatı aynı düşüncelere itiyor aynı soruyu sordurtuyor herkese: ne yapıyoruz, nasıl oldu da bu hale geldik soruları da peşinde geliyor.

Sarımsağın Çin’den ithaline milyonlarca dolar harcadığımız haberini duyan bir Kastamonulu vatandaş ile Avusturalya’dan ithal edilen havuç için kaynaklarımızın nasıl israf edildiğini öğrenen çifti nasıl bir tepki tepki verir ki?

Gelişmekte olan bir ülke olarak en can sıkıcı dengesizlik ya da görünür denge gıda ihracatı ve ithalatının eşitlenmesinde yaşanıyor (Şekil 6). Tarımsal temelli bir ülke olarak ihraç ettiğimiz kadar gıda ithalimiz biraz can yakıyor. Sadece can mı? İç büyüme için gereken sermaye birikiminin dışarıya akmasına neden oluyor. Çiftçinin maliyetler altında iki büklüm olmasının temelinde de bu sarmal yatıyor. Öyle bir sarmal ki, ithalat arttıkça çiftçi maliyetleri artmakta, maliyetler arttıkça zirai faaliyetler olumsuz etkilenmekte, daha ağır koşullar oluşmakta ve ithalat tekrar artmakta.


 

Şekil 6.


 

Son Söz

Ekonomik büyüme ister tarımsal temelli, ister sanayi dayanaklı olsun, hiç bir ülke birini kalkındırıken diğer sektörü ölüme terk edemez. Sektör yanlı büyüme bir seçimdir, ama seçimde kimse diğer sektörleri bir kenara atma lüksüne sahip değildir. Bunu en derin haliyle yaşayan ülke haline geldik ne yazık ki. Pamuktan buğdaya, kurubaklagillerden karpuz-kavuna ithal kalemlerimiz kabul edilemez hacimlerde arttı.

Bunu gidermenin yolu sanırız hem AB hem de ABD’de uygulanan uzun süreli tarım politikaları ayarında planlamalar yapmak ve en önemlisi de ürün satış fiyatı ile maliyet arasındaki farkı azaltmak için hemen harekete geçmektir. Gerekir ve lazım kelimelerin anlamı da kayboldu ama yine de söylemesi bizden!


 

Prof. Dr. Veysel ULUSOY

@ekonomikanaliz

@arazidencom