Bugün 31 Ekim… Uzunoluk Hadisesinin, yani meşhur adıyla Sütçü İmam Hadisesinin 100. yıl dönümü. Aynı zamanda iki gün öncesi de Abdal Halil Ağa’nın da, adını tarihe altın harflerle yazdırdığının yüzüncü senesiydi.

                Hepimizin malumu olduğu üzere Fransızların gelişini coşkuyla karşılamak isteyen Hırlakyanların para karşılığı davul çalma teklifini, “gardaşlarımın bağrına çomak vuramam”  diye reddeden Davulcubaşı Halil Ağa, Ermeni’nin tehdidine de baş eğmemişti.

                Oysa hem cebi parayla dolacak, hem de Ermenilerden bir zarar görme riskini göze almak zorunda kalmayacaktı. Ermeniler hem acımasızdı, hem de intikamcıydı. Bunun acısını en feci bir şekilde çıkarmak isteyecekleri muhakkaktı. Belki tüm ailesiyle birlikte katliamdan bile geçirirlerdi. Yapmadıkları bir şey de değildi hani… Neden bu kadar riski göze aldı? Neden sonu belirli olmayan bir gidişatın sonuçlarına göz göre göre razı oldu?

                İnatçı mıydı? Hayır! Hırlakyanlarla öteden beri sürüp giden şahsi bir davası mı vardı? Hayır! Peki ya mecnûn muydu bu adam? Evet, mecnûndu! İnancının ve vatanının mecnûnuydu. Birlikte tuz ekmek olduğu gardaşlarına ne olacaksa, ona da o olmalıydı. Yaradana sığındı, her şeyi göze aldı, gardaşlarının bağrına çomağını vurmadı, ama o çomağı küffârın yüreğine vurdu. O gün Abdal Halil Ağa tek başına geçilmez bir duvar oldu, devleşti ve hamiyet-i millîyenin ebedi kahramanlarından oldu. Rahmet ve minnetle anıyoruz.

***

                 30 Ekim 1919’da Maraş’ı işgal eden müttefik Fransız-Ermeni kuvvetleri gelir gelmez, şehirde asayiş ve güvenliği alt üst ederek Müslümanlara tahrik ve saldırılara başladılar. Kendilerini kasap, Türkleri koyun gibi görmeye başladılar. Kendileri insan kasabı olabilirdi, ama Maraşlı ne koyundu, ne kurbanlık…

                 Fransız işgalinin hemen ertesi günü çarşı pazarda 3-4 kişilik gruplar halinde devriye atmaya başlayan Fransız üniformalı Ermenilerin, muhtelif yerlerde mukaddesata saldırı ve el uzatmaları sinirleri gerdi. Gün içerisinde muhtelif yerlerde gerçekleşen kadınlara yönelik tacizlerin finali Uzunoluk Çarşısında yaşandı. Kel Hacı’nın kahvesinden feryâd-ı figanı işiten ve zaten gergin olan Maraşlının sarhoş hayâsızlara engel olmaya çalışmaları netice vermedi. Çakmakcı Said’i ve Gaffar Kabuloğlu Osman’ı fena şekilde yaraladılar. Orda sabır taşı çatladı, Sütçü İmam’ın tabancasından kurşun olarak fırlayıp, Ellik Gavurunun hakkından gelmesini bildi.

                O gün Sütçü İmam’ın kurşunu Fransız üniformalı Ermeni’yi öldürürken; ağır yaralanan Çakmakçı Said, Zülfikar Çavuşoğlu Hüseyin ile Ermenilerin ertesi günü yakalayarak intikam amaçlı işkence ile öldürdükleri Sütçü İmam’ın dayıoğlu Tiyeklizâde Kadir şehir içi mazlumen öldürülen ilk şehidler oldular. 

                100 yıl önce Sütçü İmam’ın tabancasından çıkarak hedefini bulan kurşun mesajını o tarihten günümüze eksiksiz olarak taşıdı. Bize düşen o ilk kurşunun ifade ettiği manayı irdelemek.

                Her şeyden önce Ermenilerin taşkınlıklarına misliyle verilen bu karşılık, Müslüman Türk ahalinin oldubittilere boyun eğmeyeceğinin ilk ve kat’i işaretiydi. Fransız desteğiyle iyice destûrsuzlaşan bu nân-ı nimet nankörleri, yedikleri kurşunla artık aleni bir şekilde mukaddesata el uzatamaz hâle gelmişlerdir. Her ne kadar tenhada, köylerde ve yalnız yakaladıkları yerlerde Türklere saldırılara devam etseler de, ahali içre böyle bir şeye cür’et edemez oldular. 

                Ayrıca yapacakları her türlü fiili tecavüz ve hak ihlâlinin de karşılık bulacağı hem kendileri için, hem de Fransızlar için bir örnek teşkil etmiştir.

                Sütçü İmamın bu kurşunu, her şeyden önde Maraş İstiklâl mücadelesinin namludan çıkan ilk kurşunu olması hasebiyle öncelikle bir ilktir. Sütçü İmam yaptığı bu hizmetle o zamandan beri sembol bir şahsiyet ve kahraman olmuştur. Bunu da fazlasıyla hak etmiştir.

                Daha her hangi bir teşkilatlanmanın olmadığı, düşmanın her yerde silahlı ve saldırgan bir şekilde işgal kuvvetleriyle birlikte devriye gezdiği şehirde, hamiyet sahibi her Müslümanın yapacağı işi yapmış olması başlı başına bir yiğitliktir.

Necip Fazıl merhumun “kim var dendiğinde, sağına soluna bakmadan ben varım!” diyebilmenin adıdır Sütçü İmam. Mukaddesatını kaybetmektense ölümün daha şerefli olduğu inancının timsali olmuştur, Sütçü İmam.

Sütçü İmam’ın bu cesaret ve gayreti Maraşlının hamiyet ve fedakârlığının da öncüsüdür. Nice kalplerin cesaretlenmesine, galeyana gelmesine ve millî mücadeleye katılmasına sebep olmuştur. Bu sebeple, Sütçü İmam’ın kurşununun açtığı yol gerçek anlamda İstiklâle giden kapıyı da aralamıştır.      

Maraşlı gerek İstiklâl Savaşı boyunca, gerekse de İstiklâlden sonraki dönemde Sütçü İmam’ın hakkını teslim etmekten imtina etmemiştir. Bunu birçok vesile ile de takdir etmesini bilmiştir. Lakin son yıllarda toplum içerisinde kimi bilinçli, çoğu bilgisiz ve bilinçsiz bir tarzda Sütçü İmam’ın ve yaptığı hizmetin çarpıtılmaya ve değersizleştirilmeye çalışıldığını üzülerek müşahede etmekteyiz.

Bu yanlış ve tarihe karşı kabahatli tutumların ekseriyetle dile getirdiği tezler; Sütçü İmam’ın fazla büyütüldüğü, ilk kurşunu onun atmadığı, olaydan sonra kaçarak Bertiz’e gidip saklandığı gibi bir takım kafa karıştırıcı ve menfi duygular oluşturucu ifadelerdir. Cevabımız bilinçli ve kasti olarak bu ifadeleri geliştirenlere değildir. Çünkü orada bir hüsn-i niyet olmadığı aşikârdır. Bu sebeple bilinçsiz ve bilgisiz olarak her duyduğunu sorgulamadan tekrar edenleredir hitabımız.

Şimdi bunlara cevap olarak deriz ki; Sütçü İmam Olayı 3 nesli aşkındır ve 100 yıldır ahali arasında teferruatıyla bilinen bir hakikatken, neye dayanarak aktarıldığı gibi olmadığı iddia edilmektedir? Bu mevzu bir veya birkaç kişinin bildiği bir husus değil ki, çarpıtılma imkânı olsun. Mütevatiren ve toplumun tamamının ortak kabulüyle gelen bir bilgiyi, yeni bir şey keşfetmiş bir kâşif heyecanıyla ve belgesiz bir halde yalanlamak kişinin kendi ahmaklığı olsa gerektir. Sunduğu anti tez hangi belge ve bulgulara dayanmakta ve ne ölçüde güvenilir durumdadır?

O günleri yaşayan ecdâdın bir kısmı dönemi anlatan bir kısım hatıratlar bırakarak oldukça değerli bir hizmet yapmışlardır. Bunların en meşhurları Arslan Bey’in, Şeyh Ali Sezaî Efendi’nin, o günlerde Maraş’ta Veteriner Müdürü olan Hüsameddin Karadağ’ın ve Adil Bağdatlıların hatıratları o günleri bizzat yaşayanların kaleme aldıkları eserlerdir. Yine dönemin İstanbul Hükümeti ve Temsil Heyeti ile yapılan telgraf görüşmelerinin kayıtları, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünde bulunan arşivler (Osmanlı Belgelerinde Ermeni-Fransız İlişkileri-II 1918-1919, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın No 61, Ankara-2003)  ve çeşitli eserlerde yayınlanmış hatıratlar bu konuda herhangi bir kafa karışıklığına yer vermeyecek şekilde Sütçü İmam Hadisesini doğrulamaktadır. Aksini ispat eden varsa meydan müsaittir.  

Ermenilerin ertesi günü Sütçü İmam’ın dayıoğlu Tiyeklizâde Kadir’i yakalayarak, işkence ile şehîd etmeleri tesadüfle açıklanabilir mi? Tiyeklioğlu’nun tutulması ve korkunç işkencelere tabi tutulmasının bilinçli bir tercih olduğu gayet açıktır.

İkinci husus, Sütçü İmam’ın Bertiz’e kaçarak gizlendiği şeklindeki ifadedir. Öncelikle “kaçmak” kelimesi sorunlu bir kelimedir. Çünkü kaçmak kelimesi korkunun neticesiyle meydana gelen bir fiildir. Eğer korkak biri olsaydı, o günün şartları içerisinde ne elini tabancasına uzatabilirdi, ne de Ermeni eşkıyasını vurabilirdi. Ondan sonra da zaten Maraş’ta bulunması akıl ve mantıkla izah edilemezdi. Zaten kendisi, biran evvel Maraş’ı terk edip, dağlık bölgelere çekilmesi için oradaki zevat tarafından binek hayvanı temin edilerek şehirden çıkartılmış idi. Aksi halde evine gitmesi ve infazını bekleyen bir hükümlü durumuna düşmesi kaçınılmazdı. Böyle bir durumda da Ermenilerin Sütçü İmam’ı korkunç işkencelerle öldürecekleri muhakkaktı. Pisipisine ölümünü beklemek acziyetten başka bir şey olmazdı. Bertiz-Ağabeyli’ye gidince de boş durmamış ve Muharrem Bey çeteleri içerisinde şehir dışındaki faaliyetlere katılmıştı.

Üçüncü olarak olayın çok büyütüldüğü şeklindeki ifadelerdir. Uzunoluk Hadisesi dediğimiz Sütçü İmam Olayı çok büyütülmemiştir. Hadise zaten başlı başına büyüktür. İşgal ve silahlı zorbaların tahakkümü altındaki bir halkın mukaddesatına uzatılan ele kurşunla cevap verilmesi çok üst seviye bir şecaat ve hamiyet örneğidir. Hadiseler kendi zamanının şartları içerisinde değerlendirildiği zaman doğru tahlil edilmiş olurlar. Zamanın şartlarını göz önünde bulundurmadan, yumuşak koltuklarımıza oturmuş, sıcak çaylarımızı yudumlayıp, tok karnımıza atıştırırken; o günlerin ızdırap ve endişelerini hissetmeyen bir lümpen züppeliği içerisinde küçümser ifadeler kullanmak, her şeyden önce ecdâda ve bize bıraktıkları emanete hürmetsizliktir. Bu çeşit bir hürmetsizliği yapmanın karşılığı ise en hafif ifadesiyle ahmaklıktan başka bir şey değildir.  Evet, Maraş yüz yıl önce Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi dehşeti yaşamış, ama büyük bedeller ödeyerek kendisine bunu yaşatanların da hakkından gelmesini bilmiştir.

Burada şunu da ifade etmeden geçemeyeceğiz. Bir asır öncesinde Maraş’ta yaşanan her gelişme başlı başına büyük hadisedir. Çünkü bize ve varlığımıza revâ görülenler, direk varlığımızı yok etmeye yönelik sû-i kastlardı. Ancak geçen zaman içerisinde ama bilinçli, ama bilinçsiz olarak yaşananların büyük kısmı hafızalardan silindi, unutuldu veya unutturuldu. Başta Sütçü İmam, Abdal Halil Ağa, Bayrak Olayı gibi hadiseler dışındakilerin çoğunluğu kitap kapakları arasında kaldı. Bu bahsettiğimiz üç olay Fransızların Maraş’a gelişlerinden itibaren, harbin başlaması öncesinde meydana gelen hadiseler zincirinin en meşhurlarındandır. Yoksa Maraş İstiklâl Harbi; bir halkın malıyla, kanıyla, canıyla top yekûn verdiği bir mücadeledir ve bu mücadelenin neticesi 22 gün geceli gündüzlü devam eden fiili savaş döneminin sonunda alınmıştır. Bu açıdan Maraş İstiklâl Harbi bütün vecheleriyle iyi tanıtılabildiği zaman taşlar yerine oturmuş olacaktır.

Uzunoluk Hadisesinin 100. yılında Sütçü İmamları, Abdal Halil Ağaları, Çakmakçı Saidleri ve tüm ecdâdı rahmetle yâd ediyoruz.