İlkokula başlayan çocuklara ilk kazandırılmak istenen yetenek okumadır. Bu amaç doğrultusunda öğretmenlerimiz yoğun bir çaba gösterir. O genç beyinler de okuma sevincini yaşamak için çalışır, çalışır, çalışır!

Okumaya çıkma sevincini hatırlamamak mümkün mü? Bundan öğretmen de, veli de gurur duyar.

Başka bir şey daha öğrenmelidir genç dostlarımız: Yazmak. Bunu da birinci dönem, biraz gecikme ile ikinci dönem öğrenir.

Ancak bu durum her zaman böyle olmaz. Bazıları okumayı öğrenir, çeşitli nedenlerle yazmayı öğrenemez.

Peki, okumayı yazmayı basit anlamda öğrendikten sonra ne olur? Okuyabilen ne okur? Yazabilen ne yazar?

Bilge dostumuzun ziyaretine gelen birine soruyor: En son ne okuyorsun? Ziyaretçi cevap veriyor “Üstadım, kitap adını hatırlamıyorum, ama ‘Ali topu at’ diye bir şey vardı.

Bu cevap için, gençlere uzun yıllar Cin Ali serisinin ilkokul birinci sınıflarda okumayı öğretmek için kullanıldığını hatırlatmak isterim.

Aynı soruyu tekrar soralım: Okumayı yazmayı basit anlamda öğrendikten sonra ne olur? Bu soru aklıma geldiğinde, beni üniversiteye ilk başladığım yıllara götürür:

Büyük bir amfide derslerin birindeyiz. Duyarlı bir hocamız vardı. Şu soruyu sordu: “İnsanlara okuma-yazma öğretir başka bir şey öğretmez iseniz ne olur? Bir süre tartışıldı bu soru. Çok geçmeden sorunun cevabı amfinin duvarlarında yankılanıyordu: “Okur-yazar cahiller olur”

Bu ülkede “Okur-yazar cahiller” önemsenmesi gereken bir konudur. Ancak bu yazının konusu bunlar değil.

İlk asistanlık yıllarındayım. Bir gün bilge insanı ziyarete gittim. Sohbet sırasında şunu söyledi: “Bizde 35 yaşına kadar yazar, 35’den sonra okumaya başlarlar.” Şimdi karşılaşsak acaba ne derdi?

Harvard Üniversitesi’nde Dekanlık yapan Herry Rovosky’nin “Bir Dekanın Anıları” kitabını okuyorum. Kitabın bir yerine geldiğimde “Harvard bitiren birini okur-yazar yapmalıyız” cümlesine rastlıyorum. Kitabı kapatıp derin düşüncelere dalıyorum:

Kendi kendime Harvard’ı bitiren bile okur-yazar olmada sıkıntısı varsa bizim halimiz nice diye sayıklıyorum. Benim gariban insanlarımın durumunu düşünüyorum. Birleştirilmiş sınıflarda öğretimi, alanı olmayan öğretmenlerin girdiği dersleri, lüks binalarda eskimiş bilgileri anlatıldığı üniversiteler aklıma geliyor.

Kitabı okumaya devam ettiğimde yazar şunları söylüyordu: “Harvard Üniversite’si mezunu derin düşünebilmeli, nicel analizler yapabilmeli…” Yazarın okumadan kastı buydu.

Ülkemizin sorunu tam da bu noktada başlıyor. Eğitimin her kademesinden mezun olduktan sonra yeterlilik düzeyi sorgulanması gereken bir konudur.

Hepsinde de önemlisi analiz yapabilen bireyler olmak.

Peki, ne okumalı, nasıl okumalı? Bunu bir gün bilge insana “Tanrı’nın Oku emrini nasıl anlamalıyız?” diye sordum. Şunları anlattı:

“Bu yanlış anlaşılan bir konudur. Tanrı’nın yalnızca direkt kitap okumayı kastettiğini düşünmüyorum. Yıldızları, doğan bir bebeği, ormanı, hastalıkları vs okumak lazım”

Bunun için bir yazılı metni okumak kadar doğayı, hayatı, nesneleri vs okumak gerekir. Her şeyden önce kendimiz için okumalı ve yazmalıyız.

Okuduktan sonra paylaşmak da önemlidir. Modern bilimsel bilginin özelliklerinden birde iletilebilirliktir. Bunun yollarında biri de yazmaktır.

Yazmalı ama nasıl? Elbette okumadan yazmak değildir. Bu ise tam bir felakettir.

Yazmak aslında bir paylaşmaktır. Paylaşmak için yazmaya çalışacağım. Bazı şeyleri paylaşmak onları büyütür. Sevgi ve bilgi böyledir. Belki de bunlar sevinçlerimizin büyümesine, üzüntülerimizin azalmasına, karanlıkta bir kıvılcım çakmasına, kurak toprakla da fidanların buluşmasına neden olur.

Uzun süre güzel ülkemizin farklı şehirlerinde görev yaptım. Son 3-4 aydan beri güzel şehrimiz Kahramanmaraş’ta yaşamaya başladım. Bu şehrin dağından, insanından, şiirinden, suyundan vs okuyabildiklerimle yazmaya çalışacağım. Bu vesile ile Manşet Gazetesi okurlarına merhaba diyorum…